Genel

Desenin Kraliçesi Mary Katrantzou ile Özel Röportaj

Desen Oyunları

‘Desenin Kraliçesi’olarak tanımlanan tasarımcı Mary Katrantzou geçtiğimiz ay İstanbul’daydı. Tasarımları Beymen’de satılan, desen ve baskıları kendi yorumunu katarak kullanan Katrantzou, parçalara bambaşka bir boyut kazandırıyor.

Bize hikâyenizi anlatır mısınız?

Atina’da büyüdüm. Annem iç mimardı. Moda endüstrisi, Yunanistan’da gelişen bir sektör değil. Küçükken dergilerden modeller ve kıyafetler kesip, kolaj yaptığımı hatırlıyorum. Ancak sonunda mimarlık yapmak istediğime karar verdim. Bunun için Amerika’daki Rhode Island School of Design’a (RISD) gittim.

Bu sırada, hayat ve erkek arkadaşım beni bir şekilde Londra’ya çekti. Central Saint Martins’le RISD arasında gidip geldim. Central Saint Martins’de tekstil tasarımı bölümüne girdim. Üç ay Londra’da kaldım ve şehri sevmeye başladım. Bambaşka bir eğitim sistemi vardı. İki farklı alanın bir şekilde iç içe geçmesi fikri çok hoşuma gitti. İç mimarlıktan, ürün tasarımlarına ve oradan moda tasarımına geçmek farklıydı. Yüksek lisans için moda eğitimi aldım çünkü hiç eğitimini almadığım bir alandı. Ayrıca benim için yaratıcılık bakımından yepyeni bir heyecandı.

Central Saint Martins’deki yüksek lisans eğitimi ve Louise Wilson hakkında çok şey duymuştum. Farklı alanlarda kendimi test etmek istedim. O sıralar etrafımda kendi şirketini kuran insanlar vardı. Sanırım çevrenizde öyle insanlar olunca bir şekilde ‘Acaba ben de mi kendi markamı kursam?’ düşüncesine giriyorsunuz. Sarah Moore, Style.com’da tasarımlarımdan bahsetti. Arkasından da Colette, Barney’s gibi harika mağazalarda ilk mezuniyet koleksiyonumdaki parçalar satılmaya başlandı. Her şey rüya gibi gelişti.
11 sene olmuş bile…

Belki de bunu yapmanız gerekiyormuş.

Evet. Bazen ‘Her şeyin olması gereken bir yeri ve zamanı vardır’ diye düşünürsünüz ya… Bana 16 – 17 yaşındayken bunu sorsaydınız, asla bir moda tasarımcısı olacağımı söylemezdim. Ancak şu anda, başka bir mesleği Yapabileceğimi hayal bile edemiyorum.

İlk hazır giyim koleksiyonunuzu ne zaman çıkardınız? Neler hissettiniz?

İlk defilemi 2008’de yaptım. 2009 Sonbahar – Kış koleksiyonuydu ve parfüm şişelerinden ilham alarak hazırladığım tasarımlardı. Aynı zamanda Londra Moda Haftası’ndaki mezuniyetim için hazırladığım bir defileydi. Korkuyla karışık bir heyecan vardı içimde. Ama daha çok bir tasarımcı olarak nasıl olmalıyım,
diye düşündüğüm bir dönemdi. Marka olarak güçlü bir ifade yaratmak istiyordum. 

Tepkiler nasıldı peki?

Oldukça iyiydi. Çok şanslıydım çünkü çok ünlü mağazalarda satılmaya başlamıştı. O dönem tasarımlarım, Colette’in vitrininde parfüm şişeleriyle süslenerek yer almıştı. Colette, Barney’s, Corso Como ve Browns gibi mağazaların vitrinlerinden neyin trend olup olmadığını öğrenirsiniz. 2008 yılında Amerika’da, Lehman Brothers bankasının iflasının ekonomik krizi tetiklemesiyle moda sektörü zor bir zamandan geçiyordu. Ama benim için güzel bir dönemdi. Moda için çok belirsiz bir dönemdi, ancak yeni birilerinin farklı şeyler ortaya koyması gerekiyordu. Bu benim için bir fırsattı. Markam bir anda büyüdü. Bu da beni o dönemde daha olgun olmaya zorladı. Bir iş yürütmenin ne demek olduğunu hızlı bir şekilde öğrenmemi sağladı.

Bu size cesaret de vermiş olmalı…

Evet, hem cesaret verdi hem de en önemlisi ne kadar gençseniz o kadar korkusuz olacağınızı öğretti. Kadın olarak riskleri ölçüp tarttığımızı ve aldığımız başarılı kararların cesurca olduğunu düşünüyorum. Başkaları buna karşı çıksa bile, daima aldığım kararları uygulamayı seçiyorum. Bu bir başarısızlık olsa dahi… Başkasını dinlemenin sonucunda gerçekleşen bir hata olacağına, kendi özgün irademle verdiğim bir kararın sonucunda başarısız olmayı tercih ederim. 

Desenlerle çalışma fikri nasıl çıktı?

Tekstil tasarımı ve tekstil baskısı okudum. Yani zaten okuduğum bir alandı. Amacım, baskıyı daha farklı yorumlamaktı. Bunun bir çiçek, geometrik şekil ya da bir motif olmaması gerekiyordu. Daha artistik açıdan bakmak ve bir trendden daha fazlasını yaratmak istedim. Bu nedenle koleksiyonlara tematik olarak bakıyorum. İlk defilemde oversized mücevherlerden ve parfüm şişeleri üzerinden ilerledim. Marka gelişmeye başladıkça yaptığım koleksiyonlarda yer alan akışkan formlar; abajur şeklindeki etek gibi parçalarda baskı ve desenler, bir elbisenin başlıca unsuru hâline geldi. Desenler bir silüeti tamamlamaktan daha fazlası oldu. Kendini ifade ediş biçimine dönüştü. Koleksiyonlarımın hep bir hikâyesi var. Hep bir temadan ibaret…

Altı ayda bir ya da bu kadar sıklıkla fikir yaratmak zor mu?

Evet, bu işe ilk başladığımda fikirlerimin tükeneceğinden korkuyordum. O dönemde bir moda tasarımcısı arkadaşıma ‘Ya birinin aklına bu fikir benden önce gelirse ve yaparsa?’ diye sorduğumda; ‘Senin fikrinin başkasında olabileceğine inanmıyorum’ demişti. Giyilebilirlik ve yenilik arasındaki dengeyi kurmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlar birbirine bağlı unsurlar. Adidas, Moncler, The Rug Company ve New York City Ballet’yle yaptığımız iş birlikleri sayesinde yarattığımız DNA’nın farklı alanlarda uygulanabildiğini görüyorum. 11 sene sonra, farklı yerlerde bunu yapmaya olanak sağladığını biliyorum.

İlham kaynaklarınız neler?

Herhangi bir şey olabilir. Önemli olanın bir fikre sahip olmaktan çok, bunu icra edebilmek olduğunu düşünüyorum. Ancak eşsiz bir fikir de insanların hiç görmediği bir şeyi ortaya çıkarmanıza yardımcı olabiliyor. Son defilemizi Atina’daki Poseidon Tapınağı’nda yaptık. Koleksiyonun teması, mekânla ilintiliydi. Yaptığım en ilginç koleksiyondu. Çünkü hiçbir zaman koleksiyon hazırlarken, bir mekânla bağlantı kurmamıştım. Burası çok destansı bir yer. Her bir parça bu tapınakta doğan fikirleri temsil ediyor; cebir, biyoloji, felsefe, astronomi… Yani aslında bu koleksiyon, ‘fikir’den ilham alan bir ‘fikir.’ Aynı zamanda couture’e adım attığım ilk koleksiyon oldu. Farklı bir yanımı da görmemi sağladı.

Peki, bu defileden sonra haute couture yapmaya karar verdiniz mi?

Fazla detay veremem ama bu konuda farklı düşüncelerimiz var. Çünkü ilk başladığımda, couture’ün artık ölmeye yüz tuttuğu konuşuluyordu. 11 yılın ardından, dünya değiştikçe ve tasarımın önemi anlaşıldıkça, parçaların artık zamansız olduğuna dikkat çekiliyor. Tasarımcı olarak birinin üç defa aynı parçayı giydiğini görmek daha ilham verici.

Gelecekteki iş birliklerinizden bahseder misiniz?

Villeroy&Boch ile bu yıl henüz detay veremediğim bir iş birliğimiz olacak. Adından bahsedemeyeceğim… Yakın zamanda Amerika merkezli, heyecanla beklediğimiz bir iş birliğimiz daha olacak.

Kendi tarzınızı nasıl tanımlarsınız?

Son on senedir neredeyse aynı kıyafetleri giyiyorum. Bu kadar sanatsal ve renkli tasarımlar yaptıkça hayatta aldığınız kararlar ve kıyafetler daha farklı olabiliyor. Siyah resmen benim üniformam oldu. Renkli giyinmeyi tercih etmiyorum.

Stil ikonunuz kimler?

Çok fazla var aslında. Ama son dönemde Yunanistan’da bulunduğumda, buradaki kadınların neler giydiklerine ve kullandıklarına biraz dikkat ettim. Mesela, Maria Callas inanılmaz bir kadın bence. Temsil ettiği karakteri, tarzı, çarpıcılığıyla beni büyülediğini söyleyebilirim.

Bir gününüz nasıl geçiyor, neler yapıyorsunuz?

Genellikle evdeyim. Çok toplantı yapıyorum. Sabahları seyahatler, iş birlikleri hakkında toplantılarım oluyor. Yaptığımız parçalar konusunda müşterilerle görüşüyoruz. Ardından stüdyoya gidiyorum. Sonra tasarımlar ya da koleksiyon hakkında ekiple konuşuyoruz. Arkasından ya eve ya da biriyle buluşmam varsa oraya gidiyorum. Evdeysem nişanlımla vakit geçiriyorum. Gece de e-postalarıma cevap veriyorum. İş hakkında düşünecek çok vakit bulamadığım için gün içerisinde, gece kendimle baş başa kaldığım bir alan yaratıyorum.

Çok uyumuyorsunuz öyleyse…

İdare etmeyi öğrendim diyebilirim. Yıllar içerisinde işinizle kendinizi adapte etmeyi öğreniyorsunuz. On sene içerisinde her şey çok da kolaylaşmadı çünkü. Tasarlamanız lazım. Sonrasında ürettiklerinizin iletişimini yapmalısınız. Bu noktada, PR ve pazarlama devreye giriyor.

Kozmetiğe ve güzelliğe ilginiz var mı?

Evet, çünkü ben bir kadınım. (Gülüyor) Birçok markaya yatırım yapıyorum. Bir sürü ürün satın alıyorum. Ama sonunda sadece üç adet ürün kullanıyorum. Şu günlerde; geceleri eğer çok yorgunsam makyajımı temizleyip, yüzüme yağ sürüp yatıyorum. Gündüz de önce yıkıyorum, tonik sürüyorum, mist sprey kullanıyorum, peeling yapıyorum ve nemlendiriyorum. Eğer seyahat ediyorsam bu ürünlerin mini boylarını yanımda taşıyorum. Ayrıca çok yorgun olduğum zamanlar için Elemis’in S.O.S Emergency Kremi var. Onu sürdüğünüz anda her şey düzeliyor. Bu aralar çok seyahat ettiğim ve ısı değişimi olduğu için cildim kurudu ama çok ürün kullanıyorum.