Moda Haftaları

Jonathan Anderson ile Dior’da Yeni Bir Sayfa İlkbahar/Yaz 2026 Erkek Defilesi

Jonathan Anderson, Dior’un yeni kreatif direktörü. Artık markanın kadın, erkek ve couture koleksiyonlarının tamamı onun yaratıcı liderliğinde. Loewe’de geçen on yılı aşkın sürede zanaati çağdaş referanslarla buluşturarak markayı moda haftalarının en özgün aktörlerinden biri haline getirdi. Şimdi bu birikimi, çok daha dikkatli izlenen ve çok daha sembolik bir alana taşıyor.


Moda tarihinde bazı defileler yalnızca yeni kıyafetler değil, yeni dönemler başlatır. Jonathan Anderson’ın Dior’daki ilk erkek koleksiyonu da tam olarak bu türden bir an. Bu bir bayrak devri değil, başka bir yöne doğru bilinçli bir yönelme. Anderson, İlkbahar/Yaz 2026 defilesinde Dior’un arşivlerini yeniden yorumlarken, kendi tasarım dilinden de ödün vermedi. Klasik formlarla çağdaş dokunuşları yan yana getirerek, markanın geçmişine saygı duruşunda bulunan ama bugünün ruhuna da açık bir koleksiyon sundu. Ne dramatik bir kopuş ne de temkinli bir tekrar; daha çok iki zaman arasında kurulan dengeli bir cümle gibi. Özellikle Kim Jones’un ardından Dior’un hangi yöne evrileceği bir merak konusuydu. Anderson’ın koleksiyonu bu beklentilere gösterişli bir cevap değil, kontrollü bir yanıt sundu. Parlak, kusursuz, yer yer teatral ama hep ölçülüydü. Kendi imzasını belli eden detaylarla doluydu ama özünde hala çok “Dior”du. Silüetlerin içindeki hafif oyunbazlık, kumaş seçimlerinde ya da bir ceketin oranında beliren mizah; hepsi Anderson’ındı. Ama hiçbir şey, evi kendisinden uzaklaştırmıyordu. Bu koleksiyonun gücü de tam burada yatıyordu zaten: karakterli ama saygılı, yeni ama tanıdık.

Dayanılmaz bir vintage estetiği

Defile Paris’teydi, Hôtel des Invalides’in avlusunda. Ama içeride karşılaşılan atmosfer, gösterişli değil, sessizdi. Anderson mekânı neredeyse bir galeri gibi kurgulamıştı: cilalı parke zemin, kadife paneller ve yalnızca iki tablo. Jean-Baptiste-Siméon Chardin’in natürmortları: bir kase çilek, bir vazo dolusu çiçek. Gösterişli olmayan ama anlam taşıyan bir seçim. Ne süs vardı ne şaşaa. Her şey koleksiyonun kendi sesiyle konuşmasına izin verecek kadar sade.

Salondaki bu boşluk hissi, izleyiciye düşünme alanı açıyordu. Ne fazla ışık, ne yüksek ses, ne de dikkat dağıtan dekorlar. Anderson, ilk koleksiyonu için bağırmak yerine alan yaratmayı seçmiş gibiydi. Duru, kontrollü, sessiz ama etkili bir sahne.

Aynı tavır davetiyelerde de vardı. Misafirlere gönderilen gri metal kutuların içinden üç porselen yumurta çıktı: Dior Maison’un 1975 tarihli bir tabak tasarımının yeniden yorumu. Ne sadece nostaljik ne de sadece şaka. Daha çok Anderson’ın arşive uzanıp onunla bugünün diliyle konuşma biçimi.

Müzik seçimi de bu dili tamamlıyordu. Defile sırasında duyulan Bruce Springsteen’in “State Trooper” parçası, sahnedeki sadeliğe hafif bir gerilim, yavaş ama kontrollü bir tempo ekliyordu. Ne dramatik bir yükseliş, ne de romantik bir fon. Sadece atmosferle uyumlu, doğru dozda bir eşlik.

Arşivle Konuşmak


Bu koleksiyonda geçmişle bugün yan yana duruyor ama biri diğerini ezmiyor ve farklı moda tarihleri bir araya geliyor. 1947’deki orijinal Christian Dior New Look’a yapılan küçük bir göndermeler yapılırken bir yandan  Alexander McQueen’in 1985’te Comme des Garçons’ta giydiği silüetler hatırlatılıyor. Jean-Michel Basquiat’ın stiline ait bazı parçalar  – özellikle yelekler ve fular kullanımı – belirgin biçimde hissediliyor. Anderson bu referansları doğrudan göstermiyor ama çizgilerin arasına serpiştiriyor. Bir pelerin ve denim eşleşmesinde Louis Vuitton, bazı hacim ve kumaş oyunlarında Ghesquière dönemi Balenciaga’ya yakın bir ritim seziliyor.

Bar ceket gibi tanıdık formlar koleksiyonun temelinde yer alıyor. Bel vurgusu yerinde duruyor ama altına gelen bol kesimli şortlarla oranlar değişiyor. Bazı takımlarda gömlek yok ama kravat yerli yerinde. Frak havasındaki ceketlerin altında denim var. Klasik giyimi iyi tanıyan ama bunu sabit bırakmayan bir el var. Koleksiyon tam da bu küçük kırılma anlarında açılıyor.

Bazı görünümler daha net konuşuyor. Gri kazak, içine mavi gömlek ve kravat. Altına lacivert şort ve kahverengi sneaker geliyor. Her şeyiyle düzgün, ölçülü, neredeyse kusursuz. Fazla pürüzsüz durduğu için kurgu hissi veriyor. Chuck Bass’i anımsatan bir havası var ama mesele sadece styling değil. Duruşuyla, tavrıyla, rahatlığıyla o hissi taşıyor. Bu görünüm klasik erkek giyiminin Anderson yorumuyla yeniden katlandığı anlardan biri.

Bir yandan da koleksiyon boyunca Jonathan Anderson’a ait o tanıdık tasarım dili hissediliyor. JW Anderson’da sıkça gördüğümüz hacim tercihleri, oran oyunları, katmanlamalar burada da var. Daha sessiz, daha inceltilmiş ama hala orada. Dil değişmemiş, bağlam değişmiş. Anderson yeni bir evde ama kendi el yazısıyla anlatmaya devam ediyor.

Renk paleti de bu geçiş fikrine eşlik ediyor. Gri, bej, lacivert gibi güvenli tonlar hakim. Araya pastel geçişler ya da parlak bir yüzey girince koleksiyonun çizgisi hafifçe kırılıyor. Loewe’deki enerjiden izler görülüyor. Yoğunluğu azaltılmış ama tavır hala aynı.

Koleksiyon genelinde gösterişli bir iddia yok. Ama ne yaptığını bilen, durduğu yeri bilen bir tavır var. Anderson “ben buradayım” demek yerine kendi dilini Dior’un içine bırakıyor. Ve bu yaklaşım gayet yerinde duruyor.

Stil Kodları

Anderson aksesuarları büyük bir vurgu unsuru olarak kullanmıyor. Ama her şey olması gerektiği yerde duruyor. Kravatlar çoğu look’un parçası. Bazen gevşek, bazen biraz ters takılmış gibi. Kuralları bilen ama onları hafifçe esneten bir tavır. Ne klasik maskülenliğe yaslanıyor ne de o dili tamamen reddediyor. Daha çok, elinde tutup kendi cümlesine ekliyor.

Çantalar koleksiyonun en karakterli tamamlayıcılarından biri. Özellikle Dior’un Book Tote modeli, kitap kapağına benzer versiyonlarla yeniden karşımıza çıkıyor. Bram Stoker’ın “Dracula”sı ya da “Les Liaisons Dangereuses” gibi klasiklerin kapaklarını taşıyan modeller, koleksiyonun görsel diliyle örtüşüyor. Yani styling düzeyinde değil, kavramsal düzeyde çalışan bir tercih. Christian Dior’un kendi otobiyografisine referans veren “Dior by Dior” baskısı da bu hattın daha kişisel, içe dönük versiyonu gibi.

Ayakkabılarda da aynı kurgu var. Çoğu görünüm sneaker’la tamamlanmış. Şık ama fazla düzgün olmayan bir rahatlık var. Bazı look’larda Anderson’ın Loewe’de sıkça kullandığı balıkçı sandalet ve çorap ikilisi de görünüyor. Bu detaylar, styling’in asla bağırmadan işlediğini gösteriyor. Her şey biraz “bilerek eksik” gibi. Tertemiz ütülenmiş bir ceketin altına yere yakın, bağcıklı bir sneaker koymak gibi.

Genel styling, koleksiyonun dilini taşıyor. Yapılı ama esnek. Duru ama kendini belli eden. Her şey kararında. Ve tam bu yüzden akılda kalıyor.

Uzun zamandır beklenen bir ilk Dior Homme defilesi

Dior defilesinin atmosferi sadece koleksiyonla değil, çevresindeki detaylarla da şekilleniyordu. Ön sırada Rihanna, A$AP Rocky, Daniel Craig, Robert Pattinson, Roger Federer, Donatella Versace, Sabrina Carpenter, Ji-ho (TXT), Josh O’Connor ve Mia Goth gibi isimler vardı. Moda, müzik, sinema ve spor dünyasının farklı yüzleri aynı karedeydi. Anderson’ın koleksiyon diliyle uyumlu bir karışım. Seçilmiş değil, düşünülmüş bir kadro gibiydi.

Defile başlamadan önce kısa bir film gösterildi. Robert Pattinson’un yer aldığı videoda kırık bir yumurta, yağmurluk ve şemsiye gibi objeler üzerinden ilerleyen, doğrudan anlatmayan ama hissettiren bir kurgu vardı. Açıklamak yerine atmosfer kuruyordu. Anderson koleksiyonu sadece kıyafetlerle değil, görüntüyle de açıyordu.

Instagram’da paylaşılan referanslar da bu anlatının parçasıydı. Andy Warhol’un Lee Radziwill ve Basquiat portreleri, Bram Stoker’ın “Dracula” ve “Les Liaisons Dangereuses” gibi klasik romanların kapaklarıyla yeniden tasarlanan Book Tote’lar, “Dior by Dior” baskılı çanta… Hepsi koleksiyonun sadece ön izlemesi değil, doğrudan kendisiydi. Hikaye daha podyum başlamadan kurulmuştu.

Kylian Mbappé’nin defile öncesi yayınlanan videosu da bu akışın içindeydi. Kravat bağlamayı denerken görüntülendiği anlar, styling kadar karakter kurma meselesiydi. Anderson’ın onu “jenerasyonun sesi” olarak tanımlaması, bu sahneyi sadece kampanya malzemesi olmaktan çıkarıp koleksiyonun anlatısına dahil ediyordu.

Jonathan Anderson’ın Dior’daki ilk koleksiyonu sessiz bir güvenle geldi. Büyük cümleler kurulmadı, fazladan bir anlatı dayatılmadı. Sadece iyi hazırlanmış bir koleksiyon ve onu tamamlayan bir atmosfer vardı. Gösteri sonunda ayakta alkışlandı ama asıl etkisini yüksek sesle değil, detaylarla kurdu.

Beklentileri karşıladı. Hatta sadece ilk koleksiyon olmanın ötesine geçip, Anderson’ın markayla nasıl bir ilişki kurduğunu gösteren bir yapı sundu. Styling’den kısa filme, davetli listesine kadar her şey koleksiyonun parçası gibiydi. Ne fazla hesaplı, ne fazla serbest. O tatlı denge hissi, koleksiyonun neredeyse her yerinde vardı.

Defileden hemen önce, Hôtel des Invalides’in girişinde Luca Guadagnino’nun yaptığı kısa bir çekim vardı. Ne olduğu hala açıklanmadı. Tanıtım mıydı, fragman mıydı, sadece o ana ait bir his mi, bilmiyoruz. Ama görüntü belliydi. Kamera yürürken çevreyi tarıyor, içeride olacak şeyin dışarıdaki yansımasını toplamaya çalışıyor gibiydi. Koleksiyonun tonuyla uyumlu, sessiz ama dikkatli bir andı. Ve o an, defileden geriye kalan şeylerden biri oldu.

Anderson bu koleksiyonla kendini göstermek gibi bir kaygı taşımadığını, anlatısını kurmak için acele etmediğini hissettirdi. Bu haliyle, yeni bir dönemin başlangıcından fazlası. Tonu yerinde, dili açık, hissi güçlü bir ilk adım.

Kapak / Fotoğraflar: Dior @dior

İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>>  Milano Erkek Moda Haftası’ndan Hızlıca In & Out

Marie Claire Bülten

Stil ve düşüncenin buluştuğu bu evrende; sezonun öne çıkan görünümleri, radarımıza giren kitaplar, editörden notlar ve kültürel dünyamıza heyecan katan detaylar e-posta kutunda seni bekliyor. Marie Claire evrenine katıl, kendine iyi gelenleri kaçırma.