Sinema & TV

28 Yıl Sonra: Zombilere Neden Hala İhtiyacımız Var?

Post-apokaliptik film, içinde bulunduğumuz kıyametin basit bir çözümü ya da çıkış yolu olup olmadığına cevap veriyor.

Post-apokaliptik bir dünyada yaşadığımızı her hücremizle hissettiğimiz bu günlerde, zamanın depresif ve karmaşık ruhunu yansıtan 28 Yıl Sonra vizyonda. Kült zombi filmlerinden 28 Gün Sonra’nın üçüncü halkası olan film, yönetmen Danny Boyle ve senarist Alex Garland’ı da bir kez daha buluşturuyor. Zombilere neden hala ihtiyacımız olduğunu sorgulayan 28 Yıl Sonra, türüne cesur ve dingin bir güncelleme getiriyor.

28 Gün Sonra (2003), maymunlardan insanlara bulaşan öfke virüsünün insanları zombilere dönüştürdüğü bir İngiltere’yi anlatıyordu. 28 Yıl Sonra (2025) da, adından anlaşılacağı üzere, olaylardan 28 yıl sonraya gidiyor. Küçük bir adada yaşayan izole bir komünle tanışıyoruz. Zombilerin yaşadığı ana kara parçasına incecik bir yolla bağlı olan topluluk, hiçbir koşulda adadan ayrılmıyor. Yalnızca seçilmiş ve savaş eğitimi almış erkekler, bazı ihtiyaçlar için karşı kıyıya geçiyor. Görevden dönmeyenler ya da geç kalanlar asla kurtarılmıyor, zira en büyük öncelik komünün güvenliği.

Uçsuz bucaksız ormanlar, bambaşka bir yaşam ihtimali

Spike (Alfie Williams), hasta annesi Isla (Jodie Comer) ve kahraman bir savaşçı olarak gördüğü babası Jamie (Aaron Taylor-Johnson) ile yaşıyor. 12 yaşındaki baş kahramanımız, tüm adanın desteğini de arkasına alarak babasıyla ana karaya ilk seferini yapıyor. Karşı kıyıda onlarca zombiyle karşılaşan Spike’ı en çok şaşırtan ise uçsuz bucaksız ormanlardan oluşan bambaşka bir yaşam ihtimali ve orada tek başına yaşayan, babasının bile korkuyla bahsettiği bir doktor oluyor. Kimsenin iletişime geçmediği bu doktorun annesinin gizemli hastalığını tedavi etme ihtimali onu umutlandırıyor.

Sefer sonrası tüm adanın katıldığı kutlama; herkesin sarhoş olduğu, babasının da Spike’ın kahramanlıklarını fazlaca abarttığı bir tiyatroya dönüşüyor. O ana dek bildiği gerçekliği çatırdayan ve babasına saygısını yitiren kahramanımızın canına tak ediyor ve annesini de yanına alarak karşı kıyıya doktoru bulmaya gidiyor. Adadaki erkekler için bir büyüme ritüeli olarak pazarlanan ana kara seferinin asıl amacı, topluluk için vazgeçilmez ve itaatkar kahramanlar yetiştirmek. Sefer sonrası yapılan dev kutlama ve abartılı övgüler de bu kahramanlığı pekiştirmek için tasarlanmış. Spike ise bu büyüme ritüelinin daha farklı, belki de daha gerçek bir versiyonunu yaşıyor ve içindeki bireyselleşme ihtiyacı açığa çıkıyor.[1] 

Bir İngiltere alegorisi olarak geride bırakılan Kutsal Ada

Spike’ın geride bırakmayı seçtiği topluluk bir İngiltere alegorisi olarak da işliyor. Kutsal Ada olarak anılan ve kendini dünyadan izole eden bu topluluk, ihtiyaçları için farklı toprakları sömürmekte ve orada yaşayanları öldürmekte beis görmüyor. Tüm üyeleri öleli yıllar olan İngiliz monarşisi, adanın kilisesinde asılı olan bir Elizabeth tablosuyla yaşatılmaya devam ediyor. Karşı kıyıda fazla zaman geçirenlerin kurtarılmaması da, farklı bir yaşan ihtimali görenlerin bu toplumda kabul görmeyeceğini vurguluyor. Boyle’ın ana karaya yapılan seferlerin arasına İngiliz ordusunun arşiv görüntülerini serpiştirmesi ve Spike’ın adadan ayrılırken yanlışlıkla yaktığı İngiliz bayrağı bu fikri iyice pekiştiriyor. Yaşayanlardansa geçmişin kahramanlarına kıymet veren bu topluluğun yeni jenerasyon için hiçbir anlamı olmadığını anlıyoruz.

Zombiler hayatımıza ne zaman girdi?

Popüler kültüre ilk olarak George A. Romero’nun Yaşayan Ölülerin Gecesi (1968) ile giren zombi figürü, her daim dönemin korkularını görünür kılan bir canavar olarak kullanıldı. İnsanların bir ısırıkla dönüştüğü zombiler, insanlığa saldıran bir canavardansa insanların karanlık potansiyelleri olarak vücut buldu. Romero’nun zombi imgesini Black Friday (Kara Cuma) indirimlerinde yaşanan bir izdihamdan alması o zamanın tüketim toplumunun habercisiyken, Boyle’un 28 Gün Sonra’da kullandığı öfkeli zombiler de 11 Eylül sonrası paranoyaklaşan toplumun bir göstergesiydi.

28 Yıl Sonra’nın pandemi ve Brexit sonrası, iklim ve mülteci kriziyle sınanan bir zamanda yazıldığını akılda tutmak gerekiyor. Bu bağlamda Garland ve Boyle, zombileri insanın en karanlık potansiyeli olarak kullanmamayı ve izolasyonu bu dönemin asıl karanlığı olarak göstermeyi seçiyor. Evet, filmin zombileri ada için her türlü yabancı olarak işlemeye ve canavarlaştırılmaya devam ediyor. Ancak filmin diğer canavarı; izole bir adada, her türlü yabancıdan korkarak yaşayan ve kendini mitlerle uyuşturan bir topluluk oluyor.

Uyarı: Buradan sonra spoiler’la karşılaşabilirsin!

Spike ve Isla, Dr. Ian Kelson (Ralph Fiennes) ile tanıştıklarında dev bir tapınakla karşılaşıyorlar. Doktorun hayatının projesi olan bu tapınak, çevredeki tüm cesetleri toplayıp kemiklerinden yaptığı heykellerden oluşuyor. Ceset topladığı için dışlanan doktorun aslında ölüleri onurlandırmak istediğini anlıyoruz. Spike’ı Memento Mori felsefesiyle tanıştıran Kelson, ona hayatın ölümden bağımsız düşünülemeyeceğini açıklıyor. Bu denli korkunç bir kıyametle başa çıkmak için bu yöntemi benimseyen doktor, Spike’a da annesinin ölümlülüğüyle barışma fırsatı vermiş oluyor.

Kutsal Ada topluluğuna baktığımızda, Dr Kelson’ın aksine ölümü reddetme fikrini görüyoruz. Yaralılarını kurtarmayan, hastalarını tedavi etmeyen bu topluluk kendini farklı biçimlerde uyuşturmayı tercih ediyor. Adadan ayrılmamalarını da bu bağlamda bir ölüm biçimi olarak yorumlayabiliriz. Zira Yunan mitolojisinde ölüm ve hareketsizlik benzer görülür. Boyle ise ölümü reddederek gerçek bir yaşamdan bahsedilemeyeceğini söylüyor. Belki de bu yüzden Spike, yaşamak için bu topluluktan ayrılmak zorunda kalıyor.

İçinde bulunduğumuz kıyametin basit bir çözümü var mı?

Jamie (Aaron Taylor-Johnson) and his son Spike (Alfie Williams) in Columbia Pictures’ 28 YEARS LATER.

28 Yıl Sonra, içinde bulunduğumuz kıyametin basit bir çözümü ya da çıkış yolu olmadığını vurguluyor. Ancak her türlü canavarın, aynı kaldığımız ve hareket etmediğimiz bir yaşamdan daha ilham verici olduğunu söylüyor. Anlayacağınız sonu gelen bu dünyada yaşayabilmek için yas tutmaktan, ölümü hatırlamaktan ve bilinmeyene yol almaktan başka çaremiz yok.

28 Yıl Sonra, Nia DaCosta’nın yöneteceği 28 Years Later: The Bone Temple (2026) ve henüz adı açıklanmayan dördüncü filmiyle devam edecek.

Kapak / Fotoğraflar: PPR Medya, TME Films

Marie Claire Bülten

Stil ve düşüncenin buluştuğu bu evrende; sezonun öne çıkan görünümleri, radarımıza giren kitaplar, editörden notlar ve kültürel dünyamıza heyecan katan detaylar e-posta kutunda seni bekliyor. Marie Claire evrenine katıl, kendine iyi gelenleri kaçırma.