Dizi romantik komedilerin en parlak kalıplarını alıp bugünün kırılgan ilişkilerine, ağır geçmişlerine ve terapilik öz güven sorunlarına doğru savuruyor. Aşk hala mümkün ama artık Notting Hill parklarında değil: yorgun zihinlerde, dağınık evlerde ve bol bol göz devirdiğimiz duygusal çöküşlerde aranıyor.

Türkiye’deki Y kuşağı olarak aşkı nereden öğrendik? Sezen Aksu şarkılarından veya Asmalı Konak, Hatırla Sevgili gibi dizilerinden, belki de Yeşilçam filmlerinden dediğinizi duyar gibiyim. Bunlara 1990’larda gişeleri kasıp kavuran Hollywood menşeili romantik komedileri de pekala ekleyebiliriz. İlişkilerin varabileceği en iyi sonun Notting Hill’in finalindeki gibi bir parkta sevdiceğimizin dizine yatarak kitap okumak olduğunu düşünerek büyüdük. Sonra nedense konu Sıla’nın atarlı şarkılarına hak vermeye ya da Issız Adam’daki ıssız adam tarafından bir anda terk edilen Ada’yı anlamaya geldi. Tam o sırada hayatın Sex and the City’deki gibi değil de aslında bir başka HBO dizisi olan Girls’deki gibi geçtiğini deneyimledik. Kendimizi en yakın arkadaşlarımızla Pazar brunch’larında dedikodu yapmak yerine bir gece yarısı o arkadaş grubunun sarsıntılı dinamiklerini analiz eder bulduk. Hayat romantik komediler gibi değil de yaşadığımız hayatı hicveden karmaşık hikayeler gibiydi.
Girls’ün yaratıcısı Lena Dunham’ın Netflix’te geçen hafta yayınlanan Too Much isimli dizisi bizi bu kavşakta karşılıyor. Aşırı çalışan, ailevi problemlerini hayatının önemli bir parçası yapan, berbat ilişkilerde kendini kaybeden insanlar olsak da, hala aşık olabiliyoruz. Ama aşk, ilişki evresine geçince zorluklar devam ediyor. Too Much ilişkilerin en başta ayaklarımızı yerden kesen kimyayla değil de tüm iniş ve çıkışlarda gösterdiğimiz çabayla yürüdüğünü bize komik bir şekilde gösteriyor.
İçindekiler
Bir trajedi: Romantik komedilerin gerçek çıkmayışı
Lena Dunham’ın hayatından ilham alan Too Much eski sevgilisinin bir örgü influencer’ıyla yaşadığı oldukça kamusal ilişkiyi artık kaldıramayan Jessica’nın Londra’ya taşınması ve orada fazlasıyla cool bir müzisyen olan Felix ile tanışmasıyla başlıyor. İngiliz romantik komedilerini hatmetmiş Jessica yeni şehrindeki hayatın ve yeni kalp çarpıntısının hiç de filmlerdeki gibi olmadığını hızlıca anlıyor. Jessica Felix’le yaşadığı çalkantılı ilişkisinde en çok geçmişinde onu aşağılayarak elinde tutan sevgilisi Zev, onun yeni nişanlısı Wendy ve hala özgüven sorunlarını atlatamamış kendisiyle kavga ediyor. Bu zor ilişki hikayesini takip ederken bir yandan sarf ettikleri her sözle, yaptıkları her hareketle bizi hem kahkahaya boğan hem de bize gözlerimizi devirten Londra’nın yaratıcı ve aristokrat sınıflarının kendini bilmezliklerini izliyoruz. 10 bölüm süren dizinin nasıl bittiğini söylemeyeceğim ancak artık avcumuzun içi gibi bildiğimiz romantik komedi klişelerine bir güncelleme geldiğini not edeyim.
Dizinin yaratıcısı Lena Dunham olunca insan ister istemez Too Much’ı Girls’le kıyaslıyor. Bu dizi Girls’ün bir devamı değil. Jessica Hannah’nın rüyasında göremeyeceği bir özfarkındalığa sahip. Ancak Lena Dunham’ın Too Much’ı ona yöneltilen eleştirilere bir cevap gibi yazmış olduğunu düşünmeden edemedim. Girls’ün yayınlandığı dönemde ve sonrasında ortaya çıkan “Lena Dunham’dan nefret etmek cool’dur” mottosuyla Dunham’ın attığı her adım, yazdığı her cümle bağlamından kopartılıp ona karşı bir eleştiri malzemesine dönüştürülmüştü. Too Much bunlara verilen cevaplarla dolu.
Bir karşılaştırma seansı: Girls vs. Too Much
Yine de dizinin Girls’le paralel birkaç noktasından bahsetmeden geçemeyeceğim. Romantik ilişkilerdeki yakın anların gerçekçiliği (Jessica ve Felix’in ilk kez seviştiği sahne), davet edildiğiniz iş etkinliklerinde maruz kaldığınız muhabbetlerin gerçekdışılığı (4. bölümde Jessica’nın patronunun evindeki sofrada konuşulanlar) ve yaratıcı adamların berbat davranışlarını “dahiliklerine” vermenizi beklemesi (6. bölümde Andrew Scott’ın canlandırdığı yönetmenle Jessica’nın arasında geçenler) bana Girls’ü hatırlattı. Ancak belki de dizinin en iyi bölümü yine Girls’deki gibi Patrick Wilson’ın canlandırdığı doktorla Hannah’nın yaşadığı bir günlük aşkı anlatan “One Man’s Trash” bölümündeki gibi sadece iki karaktere, Felix ve Jessica’ya odaklanan 3. bölüm olmuş. Eski alışkanlıkları değiştirmek zor fakat gereklidir, ama aklımı ve yüreğimi gıdıklayan bu ortaklıkları gördüğümde Lena Dunham kimi eski alışkanlıklarını iyi ki değiştirmiyor diye düşündüm.

Too Much etrafındaki tüm kaliteli süse rağmen aşk ve ilişkilere dair bir dizi. Bir ilişkide en çok kendimize yenildiğimizi, bizi kendimize dair kötü hissettirerek elinde tutan insanların kötülüğünü fark ettikten sonra deneyimlediğimiz atılımı, aynı evde yaşamanın veya evlenmenin romantizmden daha çok hayatın zorluğuyla alakalı olabilmesini, ilişkinin en önemli yapı taşının birbirini sevmek değil de birbirine destek olabilmek olduğunu bize yerinde bir mizahla anlatıyor. Anlayacağınız bu dizide bol bol ağlanacak halimize gülüyoruz.
Şehirli kültürün güncel durumu üzerine
Too Much birçok açıdan şehirli kültürün nasıl bir durumda olduğunu gösteriyor. Bugünün melodisini sımsıkı yakalayan soundtrack’iyle veya her karakterin görünüşü, konuşması, tonlaması ve hatta kullandığı aksesuarla bize 2020’lerin ortasında büyük şehirlerde yaşayan insanların antropolojik bir rehberini sunuyor. British Vogue’dan Faye Keegan’a göre zamanında Girls, anaakım medyadaki “şişman kadınlar seks yapamaz ve aşık olamaz” algısını değiştirmiş ve Hannah’nın aşk ve seks hayatını filtrelemeden göstermişti. Keegan Too Much’ın bunu bir adım ileriye götürdüğünü söylüyor ve ekliyor: Hannah gibi şişman olan Jessica’nın yaşadığı aşkın karşısına bedeni değil geçmişi çıkıyor. Keegan seks sahnelerinin de oldukça gerçekçi olduğunu not etmiş. Too Much bu yanıyla da ekranda gerçek hikayeler izlemek isteyenler için iyi bir seçenek olabilir.
Too Much mükemmel bir dizi değil. Netflix’in Lena Dunham’a sunduğu yaratıcılık alanı dizinin birçok yıldızla kalabalıklaşmasına yol açmış. Rita Wilson, Richard E. Grant, Naomi Watts, Andrew Scott, Kit Harrington, Stephen Fry ve Jennifer Saunders gibi yıldızı oldukça parlak oyuncular ufacık rollere sıkışmış. Birçok bölümde bu yıldızlar ekrana her çıktığında sahneleri bitsin istemesem de konu hemen yine Jessica ve Felix’e geldi. Keşke hem bu yıldızları hem de canlandırdıkları oldukça katmanlı karakterleri daha çok izleyebilseydik.

Bu arada: Oyunculuk demişken Jessica’yı canlandıran Megan Stalter ve Felix’i canlandıran Will Sharpe’ın döktürdüğünü söylemek zorundayım. Bu oyuncuları önümüzdeki beş sene daha çok izleyeceğimize eminim.
Sonuç olarak Too Much, aşkı öğrendiğimiz romantik komedilere bir güncelleme getiriyor ve ilişkilerin nasıl evrildiğini tüm çarpıcılığıyla bize gösteriyor. Şu anki ilişkinizden bunaldıysanız ya da yeniden aşık olmaya kendinizi hazır hissediyorsanız Too Much’ı kaçırmayın. Acısıyla tatlısıyla kendinizi görüp yeni adımlar atmak için cesaretle dolacaksınız. Buralarda değilseniz de güzel vakit geçireceğinize eminim. Biraz fazlalık her zaman eğlencelidir.
Fotoğraflar: Netflix Türkiye
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> “Ben çok mu fazlayım?” diyenlerin dizisi: Too Much