Bu yaz sinema salonlarında yine süperkahramanlar uçuşuyor. Marvel bir fazı kapatıp diğerini açarken, DC Superman’i yeniden canlandırıyor. Bu filmleri “Çok şükür süperkahramanlar bu yaz da dünyayı yok olmaktan kurtardı.” diye izlemek elbette bir seçenek. Ancak hem filmlerin hikayelerine hem de tüm dünyadaki izlenme verilerine baktığımızda Hollywood’un en büyük stüdyolarının şu ara kendini nasıl yenilemeye çalıştığını ve izleyicilerin buna nasıl tepki verdiğini anlayabiliriz.
Hollywood stüdyolarının yegane amacı para kazanmak. Bunu yapmak için yıllardır farklı yolları deniyorlar, biz de izliyoruz. Mesela çizgi romanlarla ünlenen süperkahramanların hikayelerini beyazperdeye taşımak 1930’lardan beri olan bir şey aslında. Zaman zaman Hollywood kısa aralar verse de, özellikle 2000’lerin sonundan beri hem Marvel hem de DC karakterlerinin senede en az bir defa beyazperdeye taşındığını görüyoruz. Gişede rekorlar kıran ama orjinallikten iyice uzaklaşan bu trend bir ara tüm kültürel dünyayı öyle domine etmişti ki ünlü yönetmen Martin Scorsese “Marvel filmleri sinema değildir.” diye isyan etmişti. 2019’daki The Avengers: Endgame’in Avatar’dan sonra tüm dünyada en çok hasılat elde eden film olması ile gelmiş geçmiş en büyük başarısını yakalayan bu trend son yıllarda eskisi gibi ilgi görmeme ve stüdyolara artık para kazandırmama tehlikesiyle karşı karşıya. Bu nedenle süperkahraman filmleri yeniden değişiyor.
Yeni bir bakış, yeni bir görünüş

Mayıs’ı da yazdan sayarsak bu yaz sinemalara üç süperkahraman filmi geldi: Marvel’in Thunderbolts* ve The Fantastic Four: First Steps’i ve DC’nin Superman’i. Üçünün bence en büyük ortaklığı tonlarında gizli. Thunderbolts* süper kahramanların hiç de süper varlıklar olmadıklarını ve onlardan önce evreni kurtarmış Avengers’ın başarısını bir pranga gibi boyunlarında taşıdıklarını ince bir mizahla bize anlatıyor. Superman savaş sevdalısı korkunç liderler ve milyarderlerle mücadele ederken doğduğu aile/gezegen ve onu büyüten aile/gezegen arasında kalan kimliğini sorguluyor. The Fantastic Four’da ise tüm evrenin kurtulması içedönük dört biliminsanına kalıyor. Süperkahramanların mükemmelikten uzaklaştıklarını çoktandır beyaz perdede izliyorduk, ancak bu üç filmde de süperkahramanların eksiklikleri, zayıflıkları ve zaafları başrolde.
Süperkahramanlara yeni bakışın yeni bir görsel estetikle karşımıza geldiğini not etmek lazım. Marvel’in eskiden parıl parıl parlayan kahramanları Thunderbolts*’ta daha koyu renk kostümleri tercih ediyorlar. Filmde evrenin üzerine çöken bela büyük patlamalar ile değil sessiz bir karanlıkla kendini belli ediyor. Superman’de ise kahramanların durumu ne kadar zora girdiyse renkler o kadar çeşitleniyor. Filmin en heyecanlı anları Lex Luthor’un cep evreninde tezahür ederken kahramanlarımızın başına gelenlerde oldukça yeni bir renk cümbüşü var. The Fantastic Four’un prodüksiyon tasarımı ise 1960’lardaki “mid-century” stilinini (ki bunun izlerini Superman’de de görüyoruz) derste okuturken örnek göstermelik seviyede. “Ay bunu Mad Men’de görmüştüm”, “Aa aynı Jetgiller’deki gibi” diye filmi izlerken Marvel evreninde olduğumu unuttum, prodüksiyon tasarımı o kadar iyiydi. Hollywood süperkahramanları izlemeye devam edelim diye onlara farklı tarzlarda makyaj yapıyor diyebiliriz. Ancak bu filmlerde göze çarpan ve onları bir önceki dönemin süperkahraman filmlerinden ayıran bir başka unsur daha var: Günümüz sorunlarına dair bir söz söyleme zorunluluğu.
Politik kaygılar

Thunderbolts*’un hikayesi yüzeyde dünyayı kurtarmak üzerine olsa da aslında çağımızın en büyük dertlerinden biri olan akıl sağlığı problemleri hakkında. Büyük bir stüdyonun yas, yalnızlık, depresyon, travma sonrası iyileşme, bağımlılık gibi konuları beyazperdeye taşıması elbette önemli bir adım. Filmlerin farkındalık yaratma ve akıl sağlığı sorunlarının bir insanı baştan sona tanımlamadığını gösterme konusunda önemli işlevleri var. Ancak bu tip problemlerin Hollywood filmlerinde temsiliyetle değil de iyi çalışan ve ulaşılabilir sağlık sistemleriyle çözülebileceğini unutmamamız gerekiyor.
Superman’de Boravia’nın bir süperkahramana muhtaç haldeki Jarhanpur’u işgal etmesinin hikayenin merkezinde yer alması ve Superman’in zayıftan yana durduğu için cezalandırılması pek çok yorumcu tarafından Hollywood’un Gazze’de devam eden soykırıma ses çıkarması olarak yorumlandı. Superman’in aslında evindeki yıkımdan kaçan bir göçmen olduğu, medyanın gerçekleri eğip bükme yetisi ve dünya yanarken milyarderlerin bildiklerini okuması da filmde eleştirilen konulardan birkaçı. Film özellikle ABD’de Trump yanlısı aşırı sağın büyük tepkisini çekti. Ancak filme sadece bu grup tepki göstermedi. Superman tüm dünyada beklenenden az izlendi ve yönetmen James Gunn’a göre bunda her yerdeki ABD-karşıtı hissiyatın etkisi büyük. Superman filmde dünyayı kurtarıp Jarhanpur’a barışı getiriyor ama Hollywood’un ikincil görevlerinden olan ABD’nin imajını düzeltme görevini yerine getiremiyor. Bunun için ABD’nin Superman ve haşarı köpeği Krypto’dan daha fazlasına ihtiyacı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

The Fantastic Four bu üç film arasında politik olarak en az şey söyleyen film. Ancak bu filmde de Sue Storm’un diplomatik başarıları veya dünya çapında yürütülen bir işbirliğiyle hem dünyayı hem de Fantastic Four ailesinin yeni üyesini Galactus’un elinden kurtarmaya çalışması dünyanın bu denli kutuplaşmadan önceki hallerini hatırlatmadı değil. Ancak 2025’te bu hikayeler anlatıldığında kulağa ve göze gerçekten “fantastik” geliyor. Bu filmin politik mesajının bu olduğunu varsayabiliriz, ancak çoktan unuttuğumuz küresel barış hedefini bir filmle sağlayabilir miyiz, bu soruyu sormaktan bile hicap duyuyorum artık.
Bu evren kadınlarsız bir hiç
Bu üç filmin en azından filmlerin hikayelerindeki cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi açısından olumlu bir iki adım attığını söyleyebiliriz. Süperkahraman filmlerinde kadınların her zaman ikinci sınıf karakter kategorisinde kalması uzun zamandır çözülmeye çalışılan bir sorun. Bu üç filmde bu sorunun stüdyolar tarafından masaya yatırıldığını ve haklarında olumlu diyebileceğimiz kararlar verildiğini görüyoruz.
Üç filmde de hikayelerin en büyük problemlerini kadınlar çözüyor. Thunderbolts*’ta Yelena Belova The Void’ın kafasının içine girip dünyayı kaplayan karanlığı alt ediyor. Superman’in rakiplerini bilek gücüyle yetmesi onu aklamaya yetmiyor. Lois Lane sevgilisinin azılı düşmanı Lex Luthor’un foyasını bir gazetecilik başarısıyla ortaya çıkararak Superman’in zaferini mutlak hale getiriyor. The Fantastic Four’da Sue Storm dörtlüdeki hiçbir erkeğin yapamadığını yapıp hem bebeğinin hem de lideri olduğu dünyanın geleceğini kendisi kurtarıyor. Hatta Sue Storm kendini feda ederek bu kahramanlık destanını yazıyor. Kısacası bu sene izlediğimiz süperkahraman filmlerinin esas kahramanları kadınlar.
Hikayelerdeki bu yenilik bizi geçmiş süperkahraman filmlerindeki kadın temsilinden bir adım ileriye götürse de, kadınların gerçek hayattaki sorunlarını çözemiyor. Aynı diğer konu başlıklarında dediğim gibi, gerçek hayattaki bir sorunun bir süperkahraman filminde çözülmesi farkındalık yaratmanın (ki bunu becerebilirse) ötesine zaten geçemez.
Artık kimse bir film izleyip, hatta bir süperkahraman filmi izleyip, hayatının değiştiğine şahit olmuyor. Sadece eğlenmek için kaçtığımız bu evrenlerde gerçek hayatta muzdarip olduğumuz sorunların yenilenmediğini görmek olumlu bir adım olarak düşünülebilir. Yine de süperkahraman hikayelerine çok inanmamak lazım. Kendi hayatımızın kahramanı olmak, başkalarıyla dayanışarak ve birlikte çabalayarak yaşadığımız gerçekliği daha iyiye götürmek hala en gerçekçi ve etkili yöntem.
Fotoğraflar: TME Films / PPR Medya
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Paris: Aşıklar şehri ve kariyer seçimleri