Röportaj

Harley Murphy’e sordum: İnternetin içinde yaşarken hala kendimiz kalabiliyor muyuz?

Dijital çağda üretmek, kendini göstermek, aynı anda hem içten hem hesaplı olmak… kolay mı? Post-Internet People serisinin ilk röportajında Harley Murphy’yle bu dengeyi konuştuk.

Son dönemlerde içerik peşinde koşan bir editör olarak dijital çağın hızına yetişmeye çalışırken kendimi sık sık kimliğimle, üretim biçimimle ve “gerçek” olanla boğuşurken buluyorum. Bu yüzden “çivi çiviyi söksün” diyerek bir röportaj serisine başlama kararı aldım: Post-Internet People. Çünkü sadece izlemekle, tüketmekle kalmak istemiyorum; bu dünyanın içinde üreten, düşünen, hissettiren insanlarla doğrudan konuşmak istiyorum.

Artık “influencer” olmak “ek iş” olmanın da ötesine geçti: internetle ilişkisini kendi koşullarıyla tanımlayabilen bir kuşağın içindeyiz. Bu konuşmalar da o kuşağın portreleri olsun istedim. Ekranın içinden ama sahici, kurgulanmamış ama bilinçli halleriyle etkileşime geçeyim.

Benim işim içerikle, görüntüyle, yazıyla, ağlarla iç içe olmak. O yüzden otantikliği korumak benim için hem tercih hem zorunluluk. İlk konuğumuz ise Harley Murphy: iki buçuk yıldır haftada iki kez yayımladığı WTF is going on? isimli bülteniyle, Brighton’da bir “Northerner” kimliği taşıyan sıcaklığıyla ve trendlerin ötesine geçen tarzıyla; internetin ve kimliğin kesiştiği noktada kendi sesiyle ilerliyor.

Bu röportajda; sosyal medya perdesinin ötesindeki Harley kim, masa başındaki kaos onun için ne ifade ediyor, içerik ve stil seçimlerinin ardındaki bilinç nereden geliyor… hepsine ışık tutuyoruz. Serimize hoş geldin.

İlk olarak sosyal medyadaki kişiliğinden bağımsız olarak Harley Murphy’nin kim olduğunu merak ediyorum. İnsanların online varlığına bakarak senin hakkında yanlış varsayımda bulunduğu bir şey ne mesela?

Bence özümde tam bir ev insanıyım. Pijamalarımla kanepede atıştırmalıklar elimde uzanmak ya da erkenden yatağa girmek (bazen de geç uyanmak) beni çok mutlu ediyor. Rahatlık ve konforun sıcaklığı en sevdiğim şey. Ama bu tarafım sosyal medyada çok görünmüyor. Hayatımın o kısmını paylaşmak bazen tekrara düşmekmiş gibi geliyor, o yüzden sık yansıtmıyorum. Ama evde olmayı ve hiçbir şey yapmamayı gerçekten çok seviyorum.

Kendini “Brighton’da yaşayan bir Northerner” olarak tanımlıyorsun. Bu, yazı tarzını, alışveriş alışkanlıklarını ya da odanı dekore etme biçimini nasıl etkiliyor? Coğrafyanın estetik algısına etkilerini konuşalım biraz.

Kuzeyliler genelde sıcakkanlı ve samimi insanlar olarak bilinir, ama İngiltere’nin güneyinde bu hava pek yok. Burada kimse sokakta yabancılara “merhaba” demez mesela ya da saçlarında bigudilerle markete gidersen biraz tuhaf bakışlarla karşılaşırsın. Bu Kuzey’de kimsenin umurunda olmaz. Ben de o sıcak enerjiyi hayatımın her alanına taşımaya çalışıyorum. Özellikle yazarken sanki yıllardır tanıdığım biriyle konuşuyormuş gibi yazıyorum. Fazla paylaşmak bende içgüdüsel bir şey, genelde esas konuya gelmeden önce uzun uzun gevezelik ediyorum.

Alışverişte de durum pek farklı değil. Biriyle muhabbete girdiysem, genelde onun tavsiyesine kulak veririm. Deneme kabininde tanımadığım birinden gelen iltifat bile satın alma sebebim olabilir. Ev dekorasyonunda ise hiçbir şey “tasarlanmış” gibi değil. Tamamen bana ait, anılarla ve ıvır zıvırlarla dolu bir alanım var. Misafir geldiğinde de detaylara kadar plan yapıp herkesi rahat ettirmeye çalışan o fazla misafirperver kişiye dönüşüyorum.

Masa düzenin, kırtasiye gereçlerin, o özenle yaratılmış kaotik alanın… Tümü içgüdüsel mi, yoksa çalışma alanını bir galeriymiş gibi mi planlıyorsun?

Muhtemelen tanıdığım en düzenli insanlardan biriyim. Notlar uygulamam olmasa kafam patlardı ama masam bu kuralın istisnası; orada dağınık ve kaotik olmayı kendime izin veriyorum. İlk kez çalışma alanım bir köşede ve bunu fırsata çevirmek istedim. Etrafımdaki her santimetreyi beni ya motive eden ya da mutlu eden şeylerle doldurdum. En sevdiğim kısmı da mantar panom: fotoğraf kabinlerinden çıkan şeritler, çalıştığım markalardan gelen kartlar ve notlarla tamamen kaplı. Çalışırken ekranın arkasında onları görmek hoşuma gidiyor. Yaklaşık bir ay önce büyük bir düzenleme yaptım aslında; hala çok tatlı bir dağınıklık mevcut ama biraz daha derli toplu artık.

Hem @wtfnewsletter için yazıyor hem de YouTube’da videolar paylaşıyorsun. Peki neyin nereye ait olacağına nasıl karar veriyorsun? Kendini internette yazan bir yazar mı yoksa ara sıra yazan bir içerik üreticisi mi olarak görüyorsun?

Kendimi internette yazan bir yazar olarak görmeyi tercih ederim çünkü newsletter’ım için içerik üretmek diğer her şeyden çok daha fazla emeğimi alıyor. Substack’te iki buçuk yıldır yazıyorum, haftada iki kez (Pazartesi ve Cuma günleri) yayınlıyorum. Bülten tam anlamıyla benim bebeğim. Şimdiye kadar bu kadar uzun süre sadık kaldığım tek proje ve bununla gurur duyuyorum.

Instagram ya da TikTok tarafında işler o kadar planlı ilerlemiyor. Neredeyse her şeyin fotoğrafını çekiyorum (şu anda galerimde 92,000 fotoğraf var) ve paylaşmak istediğimde genelde son zamanlarda kaydettiklerime göz atıp küçük bir “dump” hazırlıyorum. Bazen keşke paylaşımlarım daha kurgulu olsa diyorum ama fazla hevesli biriyim. YouTube’a ise yakın zamanda başladım çünkü uzun format videoları kurgulamaktan gerçekten keyif alıyorum. Ama genelde sadece ilginç bir hafta ya da seyahat olursa video paylaşıyorum.

Kendini belgeleme halinle aran nasıl? Bazen geri çekilme ihtiyacı hissediyor musun yoksa paylaşmak senin düşünme sürecinin bir parçası mı?

Kendimi belgelemekle aram gayet iyi. Ne zaman telefonu bir kenara bırakmam gerektiğini, ne zaman da sonradan paylaşmak isteyeceğim bir anı kaydetmem gerektiğini içgüdüsel olarak biliyorum. Bir konsere gittiğimde mesela, sadece hatıra niyetine kısa bir video çekerim, sonra kalan kısmını gerçekten yaşarım çünkü nasılsa ertesi gün TikTok’ta bin tane konser videosu görürsün.

Arkadaşlarımla ya da ailemle birlikteyken kimsenin yüzüne telefonu dayamıyorum; ben hayatımın bazı kısımlarını paylaşmayı seçiyorum ama bu, onların da aynı şeyi yapmak isteyeceği anlamına gelmiyor. Ayrıca her şeyin internette paylaşılması da gerekmiyor. Yine de, paylaştığım şeyleri gerçekten keyifle paylaşıyorum çünkü tatlı şeyleri seviyorum ve içeriklerimin çoğu da zaten bunun etrafında dönüyor.

Paylaştığın kombinler belirli trendlerin etrafında dönmüyor gibi, bu da çok hoşuma gidiyor. Son zamanlarda giyimini yönlendiren şey ne? Seni en iyi yansıttığını düşündüğün parçalar hangileri?

Ne güzel bir iltifat, teşekkür ederim! Trendlerle oynamayı seviyorum ama giydiklerimin tamamen onların etrafında dönmemesine dikkat ediyorum yoksa kendimi kaybediyorum. Küçükken hiçbir kategoriye ait hissedemezdim, farklı tarzları karıştırmanın gayet normal olduğunu da çok sonradan fark ettim. Bu yüzden ne giymekten keyif aldığımı anlamam uzun sürdü—bazı günler çok feminen giyinmek isterdim, bazı günlerse eşofmanla dolaşmak. Son birkaç yılda kişisel tarzımı gerçekten oturttuğumu hissediyorum; artık farklı enerjileri bir araya getirmekten korkmuyorum.

Son dönemde kıyafet seçimlerimi daha çok bana iyi hissettiren şeyler yönlendiriyor, günün anlamına uyan kıyafetlerden ziyade. İşe giderken minik topuklu ayakkabı giymek istiyorsan giyebilirsin; yoğun bir gün için “mantık dışı” kalsa bile seni iyi hissettirmesi yeter. Günlük kurtarıcım ise her zaman vintage bir baskılı tişört: hatta ne kadar eskiyse, o kadar iyi.

Son zamanlarda seni garip şekilde mutlu eden bir şey var mı? Hani o “To-do listemde yanına tik attım” dedirtmez ama gününü on kat güzelleştirir tarzında bir şey.

Bir yıldır ABD’li kullanıcıların ürettiği TikTok’larda gördükten sonra sonunda kendi tarçınlı yulaflı cold foam’umu yaptım: buzlu latte’lerime koyuyorum ve sabahlarımı ciddi şekilde güzelleştirdi. Geçenlerde arkadaşım Becca bizde kaldı, sabah ona da kahve yaptım, “Hayatımda içtiğim en iyi buzlu kahveydi” dedi. O an kendimle epey gururlandım.

Kendi dünyanı kuruşunda bariz bir oyun hissi var; o eğlenceli, içten yaklaşım hemen fark ediliyor. Hep böyle miydin yoksa zamanla mı benimsedin bunu?

Bu son zamanlarda oturan bir şey bende. Beş ay önce 27 oldum ve ergenliğimle yirmili yaşlarımın başını “yetişkin olmaya çalışma” çabasıyla geçirdiğimi fark ettim. Artık tam tersini istiyorum. O dönemde etrafımda toksik insanlar da vardı ve gerçekten sevdiğim şeyleri sahiplenemiyordum çünkü “cool” sayılmıyordu. (Eski sevgililerimden biri Paramore dinlememin “ezikçe” olduğunu söylemişti mesela.)

Şimdi beni mutlu eden her şeye kucak açıyorum. Çoğu da eğlenceli ve biraz saçma şeyler. Bunu tarzımla da yansıtmayı seviyorum; gittiğim yerlerin, konserlerin, etkinliklerin tişörtlerini giymek gibi. On dolara aldığım “I Love LA” tişörtüm artık gardırobumun demirbaşı.

Yıllar içinde çok keyifli iş birlikleri yaptın. Bir marka sana ulaştığında “evet” deme kriterin ne? Değerler, estetik, anlatı potansiyeli… yoksa dümdüz enerjileri mi? Ve favori bir–iki iş birliğin var mı?

Bu kadar çok markayla çalışma fırsatı bulduğum için kendimi gerçekten şanslı hissediyorum; hala bazen inanamıyorum. Karar verirken de markanın değerleri benim için büyük bir kriter, özellikle son dönemklerde. Birlikte çalışmadan önce markanın etik duruşunu gerçekten araştırıyorum ve son dönemde bu yüzden reddettiğim iş birlikleri oldu çünkü bakışlarımız uyuşmuyordu.

Gerçekten sevmediğim ya da kullanmadığım bir şeyi tanıtmak istemem; duygularımı gizleyebilen biri değilim, o yüzden içten içe ilgilenmediğim bir şeyi heyecanlıymış gibi gösteremem. “Evet” dediğim projelerde markanın sıcak ve samimi yaklaşması ve bana yaratıcı alan tanıması çok önemli. Kimse iki dakika boyunca kameraya dönüp ürün anlatmak istemez; birini markanız için içerik üretmeye davet ediyorsanız, onun tarzına uyacak bir yol sunmanız lazım. Bunu kabul eden markalara bayılıyorum.

En gurur duyduğum iş birliği ise Ganni (hem de iki kez!). Uzun zamandır favori markalarımdan biri ve birlikte çalışmış olmak hala bana çok özel geliyor. Dolabımda o etkinliklerde giydiğim parçaları her gördüğümde yüzüm gülüyor.

Kendi sesini internette bulmaya çalışan birine ne önerirdin? Hatta kendini markalaştırma sürecinde sen nasıl “gerçek” kalıyorsun?

Bunu söylemekten pek hoşlanmıyorum çünkü başkalarından duyduğumda hep sıkıcı bir cevapmış gibi gelirdi ama en önemlisi gerçekten de kendin olmak. Bültenime başlamadan önce kendi sesim ya da tonum varmış gibi hissetmiyordum. Bana ilham veren herkesin nasıl bu kadar “kendisi” olabildiğini, neden başka yaratıcıların kopyası gibi durmadıklarını merak ederdim. Ama düzenli yazmaya başlayınca, bir şeylere gerçekten emek verince, sonunda kendimi daha iyi tanımaya başladım ve yaptıklarımla gurur duydum.

Doğru olanı bulmadan önce birkaç farklı şey denemen gerekebilir ama doğru olduğunu hissettiğinde anlayacaksın. Ayrıca inişleri ve çıkışları paylaşmak da “gerçek kalmanın” önemli bir parçası çünkü hiçbir şey her zaman kusursuz olamaz. Geçen hafta bültene “Bugün yayına girecek yazıyı hala yazıyorum çünkü bütün hafta hastaydım” diye başladım mesela. İnsanlar dürüstlük ve şeffaflıktan hoşlanıyor çünkü bu onlara tanıdık geliyor.

Son sorumuza geldim: son zamanlarda senin çok sevip de insanların yeterince fark etmediğini düşündüğün bir şey var mı? Ufak bir zevk, küçük bir başkaldırı ya da sadece konfor alanın… sana kalmış.

Hepimizin “Bir daha asla giymem” dediği wedge topukların geri dönüşü! Cidden hoşuma gidiyorlar.

Fotoğraflar: Harley Murphy @hrlsmrphy

İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Bu sezonun rengi: Dolabımızda ne varsa

Marie Claire Bülten

Stil ve düşüncenin buluştuğu bu evrende; sezonun öne çıkan görünümleri, radarımıza giren kitaplar, editörden notlar ve kültürel dünyamıza heyecan katan detaylar e-posta kutunda seni bekliyor. Marie Claire evrenine katıl, kendine iyi gelenleri kaçırma.