Yazar Demet Cengiz, okurunu bir kez daha insanın karanlık incinmelerine, kadınların görünmez yüklerine ve çocuklukta açılan yaraların yetişkinlikte bıraktığı izlere bakmaya çağırıyor. Göl Kıyısında Leylâ, yazarın “Su” üçlemesinin son halkası olarak kadınların bedenleri ve ruhları üzerinden kurulan ataerkil düzenin nasıl nesiller boyunca aktarıldığının da güçlü bir anlatısı. Cengiz’le, kadınların değişmeyen kader döngülerini, rüyaların bilinçdışındaki yerini ve karanlığın içinden doğan umudu konuştuk.


MC: Göl Kıyısında Leylâ, sizin için tamamlanmış bir hikaye mi? Bu evrene ya da bu atmosferin içine yeniden dönmeyi düşünür müsünüz?
Göl Kıyısında Leylâ, ‘Su’ üçlemesinin son halkası. Adımı Deniz Koydular ilk halkaydı, daha sonra İçimde Yanan Nehir gelmişti. Her biri bağımsız okunabilecek romanlar ama söylediğiniz gibi aynı evrende geçiyorlar. Hırpalanan çocuklara ve parçalanan kadınlara odaklanan bu üçleme tamamlandı. Ama ileride bu evrenden başka karakterler, başka eserlerin içinde karşımıza çıkabilirler.
MC: Eserlerinizde genellikle insanın karanlık yanları, içsel yaralar ve görünmez suçluluk halleri öne çıkıyor. Bu temalara sizi çeken nedir?
Yaşamın içinde bunlar ve daha fazlası var. İnsanlar günah işlemeden önce perdelerini sıkı sıkı kapatırlar. Orada bir mağdur varsa, bu suçun karanlıkta işlenmesi ve bizim bunu görmememiz neyi değiştirir? En azından kurban açısından ne değişir? O perdeyi aralamanın bir yolunu bulursak, bu korkunç eylemlere yeltenenleri korkutabiliriz. Ne yazık ki içsel yaraların çok önemli bölümü çocuklukta alınıyor. Ya ailenin bizzat kendisinden kaynaklanıyor bu yaralar ya da ailenin ilgisizliğinden. İnsan yaşamı boyunca kabul etmese de, kendiyle yüzleşmese de, bütün suçlarını karanlıkta bıraksa da kendi suçluluğunu bilir. Bildiğinin farkında olmayabilir.
Göl Kıyısında Leylâ’da anlatılan kadınların bedenen ve ruhen sömürülmesidir. Bunun gerçekleştiği en korkunç biçimidir. Ama umut her zaman vardır. Kadın her zaman düştüğü yerden kalkar. Yaşamı doğuran kadın yeri geldiğini de kendini de yeniden doğurur.
MC: Hikayede hem Leylâ hem de diğer kadın karakterler sanki aynı gölgenin altında, yalnızca yüzleri değişen bir zincir gibi. Bu döngüsellik fikri nereden doğdu?
Çok doğru bir soru bu. Anlattıklarımın özeti bu aslında. Yaşanan bu kadersizlikse kadınların adlarının ve kimliklerinin ne önemi var? Yıllar değişiyor, yaşlar değişiyor, şehirler değişiyor, kadınların adları değişiyor ama yaşanan talihsizlikler değişmiyor. Bakmayın talihsizlik dememe. Kadınların yaşadıkları talihsizlik değil. Talihsizlik olan binlerce yıldır kurulagelen erkek egemen düzen. Sümer tabletlerindeki bir destanda, Shakespeare’in kaleme aldığı bir oyunda ne olduysa yine aynı şeyler oluyor. Dilimiz değişiyor ama kaderimiz değişmiyor.
MC: Kitapta kadınların adı değişiyor ama üzerlerine yapışan roller, yükler ve korkular değişmiyor. Sanki hikaye, “kadınlık mirasının” görünmeyen ama nesilden nesle geçen bir ağırlığı olduğunu söylüyor. Sen bu romanı yazarken, bilerek ya da sezgisel olarak, kadınların tarih boyunca üstlerine bırakılan bu görünmez emeği ve sessiz direnişi nasıl ele aldın?
Kadınlardan ayrıca söz etmek aslında bana acı veriyor. Sanki kadın insan türünün yarısı değilmiş gibi. Ama öyle, insan türünün yarısı kadınlar binlerce yıldır yoklar. Kadınların evlere hapsedildiğini, sokağa çıkma saatlerinin belirlendiğini, vatandaşlık kavramı ortaya çıktığında her nedense bunun sadece erkekleri kapsadığını, dünyadaki gayrimenkullerin-şirketlerin-banka hesaplarının neredeyse tamamının erkeklere ait olduğunu, binlerce yıl kadınlara eşlerini seçme veya boşama hakkının verilmediğini, iş ve sosyal yaşamda kadınların ne kadar geç kabul gördüğünü, pantolon yaygınlaşırken kadınların pantolon giymesinin yasaklandığını ve daha pek çok şeyi düşününce “Kadınlar bu adaletsizlikleri hak edecek ne yapmış olabilirler” sorusu geliyor aklıma. Kadın çok büyük bir tehdit oluşturmuş olmalı ki bunca sınırlama getirmiş erkek ona. Erkek ise erkini ta en başla kas gücünden almış. Bu kas gücü üzerine kurduğu medeniyette kadını hep ezmiş. Kadın tabii ki bir kusur sahibi değil, bir tehdit de oluşturmuyor ama erkek kadına karşı geliştirdiği kompleksleri aşamıyor bir türlü. Bu yüzden bana kadın öyküleri anlatmak hep daha önemli geliyor. Dezavantajlı durumdaki birinin sesi olmak gibi. Kadınlar binlerce yıl okullara bile gönderilmediler. Bunun binlerce yıl normal karşılanması büyük, köklü bir zalimlik.
MC: Rüyalar kitapta neredeyse gerçek olaylar kadar belirleyici. Sizin için rüyalar ne ifade ediyor? Yazarken bilinçdışı, sezgi ve “görülmeyen” arasında nasıl bir köprü kurdunuz?
Anlattığım konular oldukça sert. Bu zor konuları olabildiğince doğal, ajite etmeden anlatmaya çalışıyorum. Acıyı yüceltmeden… Gerçekçiliğin bu sertliğini sanırım rüyaların veya hülyaların şiirselliği biraz yumuşatıyor. Bir denge kuruluyor. Bunları planlayarak değil biraz da sezgisel olarak yapıyorum. Bilinçdışımız, kolektif bilinç, belki atalarımızdan bize miras travmalarımız… Bunlardan tam olarak emin olamıyoruz ama belki de pek çok şeyi belirliyorlardır.
MC: Sizi en çok etkileyen, “Bunu okudum ve artık eskisi gibi değilim” dediğiniz kitaplar ya da yazarlar kimler? Onlardan bugünkü Demet’e kalan şey ne?
Kırk sekiz yaşındayım ve bugüne kadar okuduğum ve beğendiğim her yazardan, her kitaptan çok etkilendim. Arthur Rimbaud desem Albert Camus eksik kalacak. Dostoyevski’yi söylesem Ernest Hemingway’i unutmaman gerek. Çok uzun bir liste olur.
Fotoğraflar: Demet Cengiz
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü