Sinema & TV

Maxton Hall baş senaristi ve yapımcısı Ceylan Yıldırım’la aşk ve toplumsal sınırlar üzerine

Gençliğin ilk adımlarını atarken bir yandan da yetişkinliğin sorumluluklarıyla yüzleştiğimiz o ince çizgi… Kalbi hem ısıtan hem de zaman zaman sarsan, çoğumuzun “keşke geri dönsem” dediği yıllar. Lise dönemi, masum bir romantizmin, ağırlaşan gerçekliklerin ve kim olduğumuzu anlamaya çalıştığımız gelgitli bir evrenin ortak hafızası.

İşte bu duyguyu yeniden canlandıran, Mona Kasten’in çok satan “Save Me, Save You, Save Us” roman üçlemesinden uyarlanan Maxton Hall’un ardında, James ve Ruby’nin hikayesini biz onlarla tanışmadan önce sinematik bir dile dönüştüren bir isim var: dizinin baş senaristi ve yapımcısı Ceylan Yıldırım. Almanya’da doğup büyüyen Yıldırım, çok kültürlü bir ülkede kendi sesini bulmayı başararak, Almanya’nın önemli yapım şirketlerinden UFA Fiction’ta çalışmalarını sürdürüyor. Onun anlatımında gençlik; romantik bir heyecanın ötesinde, köklerinden kopmadan büyüme, toplumun biçtiği rolleri sorgulama ve kendine alan açma cesaretiyle yeniden yazılan bir yolculuk.

Gençlik yapımları, gündelik hayatın ağırlığından uzaklaştırırken tanıdık duygularımızı hatırlatma gücüyle her zaman ayrı bir yere sahip. Son yılların en çok konuşulan dizilerinden Maxton Hall da, ilk aşkın heyecanını, sınıfsal gerilimleri ve dostluğun saflığını yumuşak ama etkili bir tonda yeniden hatırlatıyor.

İkinci sezon finalinin yarattığı güçlü duygunun ardından Ceylan Yıldırım’la, Maxton Hall’un kitaptan ekrana uyarlanma sürecinin perde arkasına birlikte baktık. Yıldırım’la hem dizinin yaratım ritmini hem de hikayenin dokusuna yerleşen toplumsal meseleleri konuştuk. Bu söyleşide, karakterlerin dünyasına biraz daha yakından bakacak ve üçüncü sezona dair küçük bir ipucu da yakalayacaksınız.

Ceylan Yıldırım

Lal: Almanya’nın dizi sektöründe kendine bir yer edinmiş olman gerçekten dikkat çekici. Farklı kültürlerin bir arada bulunduğu bir ülkede üretiyorsun. Bu alanda kendi sesini bulma sürecin nasıldı?

Ceylan Yıldırım: Çok erken yaşta yazmaya başladım; çocukken bile hikayeler yaratırdım. Film ve televizyon dünyası benim için günlük hayatın dışına çıkmanın bir yoluydu. Sonra bu dünyanın bir parçası olmak istediğimi fark ettim ve bunun nasıl mümkün olabileceğini düşünmeye başladım. İlk yaptığım şey, sevdiğim dizileri ve filmleri devam ettirmekti; “Bu hikaye bitince nasıl devam ederdi?”, “Karakterlerle daha neleri yaşamak isterdim?” diye uzun süre düşündüm. Bunu gençlik dönemim boyunca yaptım.

Sonra oyunculuğa ilgi duydum; Berlin’de bağımsız tiyatrolarda oynadım, özellikle Kreuzberg’deki göçmen tiyatrolarından biri olan “Tiyatrom”da yer aldım. Aslında kameranın önünde olmayı istiyordum ama paralelinde hep yazdım. Kendime “Tüm meslekleri tanımalıyım ki hangisini seçeceğime karar verebileyim” dedim.

Ardından Berlin Freie Universität’te film ve televizyon bilimleri okudum. Ancak bunun pratikten çok teorik bir bölüm olduğunu fark ettim. Bu yüzden üniversiteyle birlikte stajlar ve küçük işler aradım. Potsdam-Babelsberg’de —Almanya’nın köklü film stüdyolarından biri— staj yapma fırsatı buldum. Dramaturji departmanında çalışırken, uzun soluklu çocuk dizisi „Schloss Einstein“ için yapimci pozisyonu teklif edildi ve böylece medya sektöründe maceram hızla başladı.

Lal: Peki,yeni bir projeye başlarken önce neyi arıyorsun: Bir duygu mu, bir karakter mi yoksa bir tema mı? Maxton Hall için tetikleyici kıvılcım neydi?

C.Y.: Maxton Hall benim diğer çalışmalarımın çoğundan biraz farklıydı. Çok uzun süre çocuk ve gençlik alanında çalıştım. Yetişkin işlerinde ise en önemli duraklarımdan biri Allein gegen die Zeit“ oldu; benim ilk kendi dizi fikrimdi ve oldukça başarılıydı. Bu da beni o alanda bir niş konuma taşıdı.

Birkaç farklı proje ve ilk çocuğumdan sonra, 2020 Berlinale’de birçok yapım şirketi bana ulaştı ve beni yapımcı olarak istedi. Bunlardan biri de UFA Fiction’dan Markus Brunnemann’dı. Maxton Hall kitap serisinin haklarını yeni almışlardı ve hedef kitleyi iyi tanıyan, romantik anlatıya hakim bir yapımcı arıyorlardı. Böylece bana geldiler ve ben de bu meydan okumayı kabul ettim.

Lal: Maxton Hall’u izlemeye başladığımda, beklentim lise yıllarıma götürecek, gerçek dünyanın stresinden uzaklaştıracak bir kaçış dizisi izlemekti. Ancak hikaye, gençlik dramasının ötesinde toplumsal ve duygusal derinlikler içeriyor. Sence dizi izleyiciye nasıl bir denge sunuyor? Daha çok bir peri masalı mı, yoksa hayatın gerçekleriyle yüzleşen bir anlatı mı?

C.Y: Bence Maxton Hall, “toplumsal eleştirisi olan bir masal”. Temel yapısı masalları andırıyor; sınıfsal zorluklar yaşayan genç kadın, zengin yakışıklı ve “Enemies to Lovers” gibi sevilen anlatı kalıpları var. Bu sayede izleyiciler hızla bağ kuruyor, karakterlerle özdeşleşebiliyor ya da antipati duyabiliyor. Ancak biz bu beklentilerle bilinçli oynadık.

Klasik unsurları korurken, hikayede gerçek hayattan temalar da var. Birinci sezonda sınıfsal farklar öne çıkıyor; Ruby ile James’in dünyaları arasındaki uçurum gibi. İkinci sezonda ise “Bu aşk bu dünyaların arasında var olabilir mi?” sorusu üzerine odaklanıyoruz.

James’in annesinin ölümü gibi dış etkenler, onun yaşamını ve toplumdaki yerini sarsıyor. Öte yandan Ruby, büyük bir aşka rağmen kendini kaybetmeden hedeflerine bağlı kalmaya çalışıyor. Bu denge benim için çok önemliydi ve ikinci sezonun başyazarı olarak bunu özellikle vurgulamak istedim.

Lal: James, annesinin yasını tutarken kendini farklı şekillerde sabote ediyor; agresifleşiyor, kendini geri çekiyor, ihanet ediyor ve Ruby’den uzaklaşıyor. Bu durumu “bağlanma korkusu” olarak tanımlayabilir miyiz? Yazarken hangisi daha baskındı: Yeniden bağlanma korkusu mu, Ruby’yi kaybetme korkusu mu?

C.Y.: Elbette yakınlık korkusu var. Aslında her şeyden, özellikle duygulardan korkuyor. ikinci sezonda flashback’lerde de gösterdiğimiz gibi, çocukluğunda duygularını göstermesi ona adeta yasaklanmış. Özellikle erkek olduğu için zayıflık sergilemesine izin verilmemiş.

Bu aslında toplumda birçok insanın yaşadığı bir durum. James bir yanda Ruby’ye karşı çok güçlü duygular hissediyor, öte yanda bu duygularla baş edemiyor. Annesinin ölümüyle bu tamamen kontrolden çıkıyor.

Kitaptan farklı olarak, onu terapiye yönlendirmek benim için çok önemliydi. Kitapta çeşitli konuşmalarla durumu kendi kendine toparlıyor. Ama modern bir anlatıda vermek istediğim mesaj şuydu: “Yardım gerekiyorsa, al. Her şeyi tek başına çözmek zorunda değilsin.”

Lal: Maxton Hall, Mona Kasten’in ‘Save Me’ romanından uyarlanmış bir eser. Peki kitabı diziye uyarlama fikri nasıl ortaya çıktı ve senin için bu projenin en değerli yanı nedir?


C.Y: Aslında bu fikri uzun uzun tartıştık ama karar nispeten hızlı verildi. Kitaplar üç bölümden oluşuyor; eğer film olsaydı, her biri yaklaşık 90 dakikalık üç filme dönüşebilirdi. Ancak dizi formatında her sezon için daha fazla zamanımız oluyor, bu da hikayeyi çok daha derinlemesine anlatmamıza olanak sağladı. Sosyal medyada da sık sık duyuyorum; izleyiciler daha fazla bölüm istiyor çünkü bu evrende anlatılacak çok fazla şey var. Mona Kasten’in yarattığı derinlikler sayesinde, bu zengin dünyada keşfedilecek sayısız küçük hikaye ve katman var ki, bu benim için de çok değerli.

Lal: Bir romanı ekrana taşımak büyük bir sorumluluk. Senin için en zorlayıcı kısım neydi? Hikayenin özünü kaybetmeden nelere dokundun?

C.Y.: Öncelikle izleyicilerin hangi anlarda derinden etkilendiğine odaklandım. Sosyal medyadaki yorumlar, okurların tepkileri bana rehberlik etti: “Hangi sahneler izleyicide en güçlü duygusal karşılığı yaratıyor?” Bu noktalar dizide mutlaka vurgulanmalıydı.

Aynı zamanda, her bölümün kendi başına bir bütünlük taşıması gerekiyordu. İzleyici, tek bir bölümü izlediğinde bile tatmin olmalı ki devam etmek isteği uyansın.

Böylesine zengin bir hikaye evreninde doğru yapısal dengeyi kurmak elbette kolay değildi. Ancak ana karakterlerimiz olan Ruby ve James ile Lydia ve Graham’in gizli aşklarını odağa alarak, diziyi bu eksen etrafında şekillendirdik.

Lal: Dizide beni en çok etkileyen ve düşündüren sahnelerden biri, Mortimer’in James’i Ruby ile görüşmemesi için tehdit etmesi oldu. Bence ebeveynler bazen çocuklarının hata yapmaması için yanlış yollar seçebiliyorlar. Bu sahneyi kurgularken hangi duygusal ve toplumsal dinamikleri ön plana çıkarmayı hedefledin?

C.Y.: Bir otokrat babanın ne demek olduğunu göstermek istedim; kendi kuralları dışında hiçbir şeye izin vermeyen birini. Bu sadece fiziksel değil, özellikle duygusal istismardır. Duygusal istismar çoğu zaman fark edilmeden yaşanıyor. Katı kurallar içinde büyüyen çocuklar bunu normal kabul edebiliyor. Ancak büyüyüp bağımsızlaşmaya başladıklarında bunun yanlış olduğunu fark ediyorlar.

James, bu anlamda aşırı uç bir durumda büyüdü ve hikaye bunu dramatize ediyor. Ama temel gerçek şu: Bu baskıdan kurtulmak, kuralların değişmez olmadığını görmek ve kendi hayatının kontrolünü ele almak onun hikayesinin kalbinde yer alıyor. Ve Ruby… Aslında gerçek kahraman o. James’in gözlerini açan, onu özgürleştiren sevgi.

Lal: Maxton Hall’da izlediğimiz güçlü bir arkadaşlık bağı var. Set atmosferi nasıldı? Siz veya ekip için unutulmaz bir an yaşandı mı?

C.Y.: Maxton Hall’un en özel yanlarından biri, sette oluşan samimi ve derin dostluklar oldu. Harriet (Ruby), Runa (Ember), Sonja (Lydia) gibi oyuncular gerçekten sıkı bağlar kurdular. Üçünün arasındaki yoğun arkadaşlık dinamiğini daha önce hiçbir sette görmemiştim.

Set genel olarak oldukça duygusal ve enerjikti; genç oyuncular karakterleriyle ilgili çok net ve güçlü görüşlere sahipti. Bu nedenle onların fikirlerini çok önemsedik. Çekimler sırasında sahneleri defalarca yeniden yazdım, uyarladım. Her şey dinamik ve canlı bir süreçti.

Lal: Diziyi izlerken hepimiz adeta bir duygu rollercoaster’ındaydık. Bir an çok sevinip içimiz kıpır kıpır olurken, bir sonraki sahnede peçetelerimizi yanımızda tutmamız gerekiyordu; çünkü her an ağlatabilecek bir an gelebiliyordu. Dizide seni en çok etkileyen, unutamadığın bir duygusal sahne var mı? O anı izlerken ya da yazarken hissettiklerini paylaşabilir misin?

C.Y.: Birinci sezonun beklenmedik başarısı sonrası Prime Video çok hızlı şekilde ikinci sezonu talep edince yoğun bir tempoya girdim ve yaklaşık altı ay boyunca gece gündüz yazdım. Yazarken karakterlerin duygularına tam anlamıyla dalıyorsun.  

James ve Ruby’nin odadaki sert ve duygusal sahnesi, her revize edişimde beni gerçekten derinden etkiledi. Ancak benim için en etkili an, Gala’da James’in konuşmasıydı. Bu sahne tamamen bana ait, kitapta yok. Hikayeyi modern bir dille yorumlarken, James’in kendini aşması ve duygularının arkasında duruşunu göstermek için bu sahnenin çok önemli olduğunu düşündüm.O konuşmayı yazarken yoğun duygular yaşadım. Oyuncunun performansı ise sahneye ayrı bir büyü kattı. Her izlediğimde aynı duyguyu yeniden hissediyorum.

Lal: Son olarak: Üçüncü sezon onaylandı. Spoiler vermeden… Eğer üçüncü sezon bir parti olsaydı, atmosfer nasıl olurdu? Romantik danslar mı yoksa dramatik kavgalar mı?

C.Y.: İkisi de değil! Daha çok bol heyecanlı ve etkileyici bir havai fişek gösterisi olurdu. Enerjisi yüksek, sürprizlerle dolu bir gece gibi!

Fotoğraflar: Copyright ©️ Christoph Assmann

İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> The Drama: Zendaya ve Robert Pattinson’dan 2026’nın “o” filmi

Marie Claire Bülten

Stil ve düşüncenin buluştuğu bu evrende; sezonun öne çıkan görünümleri, radarımıza giren kitaplar, editörden notlar ve kültürel dünyamıza heyecan katan detaylar e-posta kutunda seni bekliyor. Marie Claire evrenine katıl, kendine iyi gelenleri kaçırma.