Anaslide

ELİF ŞAFAK’IN GİZLİ DÜNYASI

Hayatını kelimelere adamış, çevresindekileri gözlemleyerek büyümüş, tek oyuncağı olan kalemlerinden karakterler yaratmış, Gençliğinde kitapları yoldaşı ve sırdaşı olmuş… Hem şehirler, hem de diller arası yolculuk yapan bir yazar Elif Şafak. Kendisiyle, çocukluğundaki hayal dünyasından bugünkü ruh haline uzanan kısa bir öykü yazdık.

_SER0175bbb

Dolu dolu bir hikâye onunki… Zaman zaman yalnız ama hep kelimelerle örülü. Az konuşuyor, çok yazıyor. Gözlerinin tam içine baktığınızda daha da fazlasını söylüyor. El yazısından hiç memnun değil; beğenmiyor. Solak olmasına rağmen okulda zorla sağ elle yazdırmışlar; “Sonuç böyle oldu. Bakalım okuyabilecek misiniz yazımı?” diyen bir yazar görünce karşımda, boş bulunup gülümsüyorum ama ışıkla dolu gözleriyle baktığında mizah anlayışının da alışılmadık olduğuna kanaat getiriyorum. Kurşun kaleme de çok düşkün, eklemeden yapamıyor. Tüm sorularımı gerçek bir samimiyet ve büyük bir sabırla cevaplarken aksesuarları dikkatimi çekiyor. Tıpkı hikâyelerini unutulmaz kılan ayrıntılar gibi her biri çarpıcı. Aslında fazla söze gerek yok… Elif Şafak’ın ilk kez bizim için araladığı gizli dünyası, yazdığı kitaplar kadar ilgi çekici.

Strazburg doğumlusunuz. Nasıl bir ortamda büyüdünüz?
Ben doğduktan kısa bir süre sonra annemle babam ayrıldı. Biz annemle Türkiye’ye döndük. Annem ve anneannem ile büyüdüm. Annem eğitimli, Batılı, modern, çalışan ve dul bir kadındı; anneannem ise daha Doğulu, sözlü kültüre hâkim, batıl inançları olan bir insandı. Dolayısıyla bu iki zıt kadının uyumunu görerek büyüdüm. Yalnız bir çocukluk ve gençlik geçirdim. Hep insanları gözlemledim. Sürekli okudum, kitaplar bana yoldaş ve sırdaş oldu.

Ortaokulda Madrid’de, doktoranızı bitirene kadar da Ankara’da yaşadınız. Küçük yaştan itibaren farklı kültürler tanıdınız. Bu size neler kattı?
Çocukluğumun bir kısmı Madrid’de geçti; evet… İngilizceden sonra İspanyolca ikinci dilim oldu. Daha sonra lise yıllarında, annemin mesleğinden dolayı sık sık Ürdün’e gidip geldim. Akabinde Almanya, Köln… Derken İstanbul ve ondan sonra Boston, Michigan ve Arizona… Bütün bu şehirler, seyahatler bende birçok iz bıraktı. Henüz çocukken aidiyet, kimlik gibi kavramlar üzerine düşünmem gerekti. Romanlarımda bu tür konuları sorgulamam tesadüf değildir.

Ankara’da geçirdiğiniz yıllara dair özlem duyduğunuz, tekrar yapmayı, yaşamayı arzu ettiğiniz neler var?
Meraklı, öfkeli, yerinde duramayan, her şeyi sorgulayan, arayış içinde, solcu, biraz kötümser, gayet nihilist ve feministtim. İlginçtir, tasavvufla tanışmam da üniversite yıllarıma rastlar. Ankara’nın sokaklarını, kitapçılarını, kahvehanelerini, aşklarını, kavgalarını, her şeyini dolu dolu yaşadım. Dostlukları güzeldir, sohbetleri başkadır. Şehirden ziyade insanlarına bağlanırsınız. Sonra tükenir şehir. Gitme zamanı gelmiştir.

ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdiniz. Nasıl bir öğrenciydiniz?
Oradaki öğrencilik yıllarım inişli çıkışlı geçti. Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne çok yüksek bir dereceyle girdim ama sonra bunaldım, okulu bıraktım. Derken birkaç ay sonra tesadüfen af çıktı, ben de sınavlara girdim, kazandım ve okula geri döndüm. Çok iyi bir ortalamayla mezun oldum. Hep sevdim okumayı, öğrenmeyi ama ezbere dayalı, mekanik ve ruhsuz derslere hiç tahammülüm yoktu. Hep çekip gitmek istiyordum böyle derslerde. O yüzden ya A alıyordum ya F. Ortası yoktu.

Çocukluğunuzu nasıl hatırlıyorsunuz?
İç dünyası çok zengin, hatta ürkütücü derecede zengin bir çocuktum. Sürekli elimde renkli kalemlerle dolaşırdım. Her kalem ayrı bir karakter olurdu, onlara hikâyeler uydururdum. Başka oyuncağım yoktu doğru dürüst. İhtiyacım da yoktu. Kalemleri konuşturarak saatlerce oynayabilirdim. Sakindim ama kolay bir çocuk değildim. Çünkü çok gözlemliyordum her şeyi ve tabii büyükleri de. Tak diye yakalıyordum onların çelişkilerini, korkularını, hatta yalanlarını.

Küçük Elif’in nasıl bir hayal dünyası vardı, öğrenebilir miyiz?
Hayal dünyam çok genişti. Aslında ben hayal dünyasını gerçek dünyadan daha çok seviyordum. Devamlı kalemlerle konuşarak dolaştığım için bir ara annem akıl sağlığımdan endişe etti. Daha sosyal ve normal olayım diye spor faaliyetlerine, korolara götürmeye çalıştı ama ben her seferinde kitaplara ve kalemlere dönüyordum. Bir de doğuştan solağım fakat okulda sistematik baskıyla ‘sağ elli’ yapıldım. Sonuç; el yazımı hâlâ sevmem, yazarken zorlanırım. İki cümle yazsam elle, hemen sıkılırım. Benim için en kolayı klavye kullanmak.

Gençliğinizde, çocukluğunuzda size takılan bir lakap var mıydı?
Çok! Anneannem bana çocukken Anka derdi; hem uzun boylu, hem uzun boyunlu olduğum için. Daha sonra İspanya’da bir sürü kötü lakabım oldu. Elif kelimesini yaprak anlamına gelen ‘leaf’ gibi telaffuz ediyorlardı. Yapraktan sonra da ‘ağaç’ dediler uzun süre. Tek Türk bendim sınıfta. Turkey’nin kelime anlamı olduğu için ‘hindi’ diye çağrıldığım oldu. Tam Ağca’nın Papa’yı vurmaya kalktığı yıllar… ‘Pope-killer’ da (Papa katili) dediler. Opera şarkısı Eurovision’da sıfır puan alınca, iki ay durmadan beni ‘opera’ diye çağırdılar. Türkiye’ye gelince ‘Olé’ diyenler oldu İspanya’dan geldim diye. Üniversitede Lou Andreas-Salomé’ye kafayı taktığım için ‘Andreas-Mandreas’ diyenler vardı. Zaten bu arada kendi kendime bir mahlas seçmiştim. ‘Şafak’ benim gerçek soyadım değildir. Yazarlığa adım atar atmaz kendime verdiğim isimdir.

İstanbul’a ilk geldiğinizde neler hissettiniz tam olarak?
Müthiş bir aşk, merak, şefkat, özen… Bu şehre âşık olmasam gelmezdim. İstanbul’a yirmili yaşlarımda geldim. Şehrin beni çağırdığına inandığım için… Bir burada doğanlar var, bir de buraya dışarıdan gelenler. Sonradan gelenler için İstanbul hep ‘mücadele’ demektir.

Yazı nasıl hayatınıza girdi? İlk kez ne zaman bir şeyler karalamaya ve yazmaya başladınız?
Sekiz yaşımdan beri yazıyorum. Yazı benim için bir tür zamk. Farklı parçalarımı bir arada tutuyor. Yazı, nereye gidersem gideyim yanımdaki bavulum. Her şeyim içinde duruyor.

Sizi yazmaya teşvik eden kimdi?
Benim devamlı kendi kendime konuştuğumu gören annem bana mavi renkli bir defter hediye etti. “Buraya her gün ne yaşadığını yaz” dedi. Ama ben günlerimi çok sıkıcı buluyordum. O yüzden olan biten şeyleri değil, olmayan şeyleri yazmak daha eğlenceli geldi. Günlükler hızla hikâyelere, hikâyeler romanlara dönüştü.

Yalnızlığı sever misiniz?
Severim, hem de çok. Yalnızlık bana göre ‘kimsesizlik’ demek değil. Tam tersine; kıymetli dostların vardır ama bunların yanı sıra kendini de özlersin. Onun yeri apayrıdır.

Kendinize ayırdığınız zamanlarda neler yapmaktan keyif alıyorsunuz?
Yürümek, okumak, insanları dinlemek, müzik dinlemek (sert müzikler), duvar yazıları toplamak, bir de yemek pişirenlerin yanında oturup çalışmak. Mesela fırınlarda yazmaya bayılırım. Ekmek ve simit kokuları arasında…

Hayatınızın şu anki dönemini nasıl ifade edersiniz?
Kırk yaşına varmak, okuyan, yazan, çalışan kadınlar için güzel bir evre. Benim gibi kaotik kadınlar için yirmili yaşlar tam bir keşmekeş; otuzlar ise yıpratıcı, duygusal kaos; kırklar daha oturmuş, daha güzel, olgun ve zeki.

Kitaplarınızı sıklıkla İngiltere’de yazdığınızı öğrendim. Nedir sizi oraya çeken?
Ben ruhen göçebeyim. Şehirler arası yolculuk yaptığım gibi diller arasında da yolculuk yapmayı seviyorum. İstanbul çok zor bir sevgili. Ne onunla yapabiliyorum, ne onsuz. Çok bunalıyorum bazen, bırakıyorum İstanbul’u, gidiyorum. Özlüyorum o zaman. Dönüyorum hasretle. Tekrar bunalıyorum, tekrar gidiyorum… Bu şehirle aramdaki ilişki medcezir gibi.

Romanlarınızın çoğunu ilk önce İngilizce yazıyorsunuz. Neden?
Birden fazla dilde rüya görüyorsak birden fazla dilde de edebiyat yapabiliriz. İngilizce yazmaktan büyük keyif alıyorum. İngilizce ile bağım daha zihinsel. Türkçe ile aramdaki bağ ise duygusal. Ben zaten duygusal bir insanım, İngilizce yazmak bana yeni bir denge ve özgürlük veriyor. Türkçe’nin yerine değil, Türkçe’nin yanı sıra yapıyorum bunu. Bunu yapan başka yazar yok henüz ama dünyada ilginç örnekleri var.

Melankolik olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Hayır çünkü biliyorum ki içimin dehlizlerinde çok ilginç zıtlıklar mevcut. Melankolik bir tarafım var ama bunun tam zıttı da mevcut bende. Melankoliyle dalga geçebilen bir başka yan. Beni esas çeken diyalektik.

Sizce ülke olarak halimiz bu duruma benziyor mu?
Ülke olarak maalesef çok kutuplaştık, bölündük. Korkular ve önyargılar adaları yarattık. Bu durumdan da kimseye bir hayır geleceğini düşünmüyorum. Çoğulculuğun kıymetini bilmek yerine ‘aynılaştırma’ya çalışıyoruz birbirimizi. Oysa aynılıktan ne sanat çıkar, ne felsefe, ne de demokrasi.

Kadere inancınız ne kadar?
Betona yazılmış bir kadere inanmıyorum. Suya yazılmış kadere inanıyorum. Bu şu demek; akışkan bir kader. Her gün, her an yeniden yazılan bir harita… Silinen ve yazılan. Ve bunun oluşumunda aktif rol oynadığımızı düşünüyorum. Pasif değil Adem oğlu, Havva kızı. Kendi hikâyesini yazıyor.

İç huzurunuzu korumak adına ne gibi önlemler alırsınız?
Kem dilli, art niyetli ve başkalarının enerjisini emenlerden uzaklaşırım…Hayata dair ukdeniz var mıdır hiç?
Elbette içimde kalan şeyler var ama en sevdiğim işi yapıyorum. Bu bir nimet. İster uçak filosu yönetelim, ister pastacı dükkânı açalım, yeter ki sevdiğimiz işi yapalım. Yazmayı seviyorum delice.

Klasik bir evliliğiniz mi var?
Klasik bir evlilikle alakamız yok ama hep böyleydi. Berlin’de evlendik, birkaç gün sonra ben Arizona’ya gittim, Eyüp de İstanbul’a. Arizona İstanbul arasında gidip geldik. 26 saat sürüyordu aktarmalarla beraber… Yıllarca böyle yaşadık. Aynı evde, sürekli beraber yapamıyorum. Eyüp de yapamaz bence. Herkesin kendine ait bir dünyası olursa daha iyi akıl ve ruh sağlığımız açısından.

Elif Şafak nasıl bir anne?
İlk başlarda biraz zorlandım, hatta bir depresyon yaşadım. Bunları Siyah Süt’te anlattım. Anneliğin güzelliklerini zamanla çok daha iyi idrak ettim. Pişe pişe anne oldum yani, öğrene öğrene bugüne geldim. Öyle hop diye değil. Gayet matrak, kafa dengi, dinlemeyi bilen, hikâyeler anlatan bir anneyim…

Peki, doğum sonrası yaşadığınız depresyon bitince kendinizi inşa etme süreciniz nasıl geçti?
Depresyondan çok şey öğrendim. Baktım ki içimde bir monarşi varmış senelerdir. Farkında bile olmadığım bir rejim. Eksikliklerimle yüzleştim, kendimle dalga geçtim, iç demokrasiyi öğrendim. Bunu pek kimse bilmiyor ama Siyah Süt kitabıyla Aşk romanı arasında yer altı tüneli var. Siyah Süt’te anlattığım süreç sonunda iç demokrasiyle yazdım Aşk’ı.

Çocuklarınızın isimleri bir hayli ilgi çekici ve güzel; Şehrazat Zelda ve Emir Zahir… Nedir hikâyeleri bu isimlerin?
Zelda ismi Zelda Fitzgerald’dan geliyor. Doğum esnasında epidural alınca Muhteşem Gatsby romanını sayıklamışım; doktorum epey dalga geçmiş benimle. Şehrazat ise ‘hikâyeler anlatan güçlü kadın’ demek benim için. Zahir, çok sevdiğim yazar Borges’in bir eserinden geliyor; orijinal ismi El Zahir. Emir ise Zahir’e kapı olsun diye, kolaylık olsun diye, lider anlamında…

Yazmak ruhunuzdaki hangi yönü tatmin ediyor?
Ben kelimelerle nefes alıyorum, kelimelerle dokunuyorum hayata, kelimelerle tadıyor, kelimelerle kokluyorum. Yazmanın dışında bir hayat algılayamıyorum ki…

Moda sizin için ne ifade ediyor?
Enerjisi önemli giydiklerimin. Siyahı çok severim. Kıyafetlerden ziyade aksesuarlara düşkünüm. Uçları kesik eldivenler, eşarplar… Bütünden ziyade ayrıntılar…

Sizin için zaman ne olduğunda durur?
Zaman durmaz da açılır. Kat kat açılır bazen. Mesela yazarken olur bu bana. Sevdiğim insanlarla olur. Bazen birden başınızı kaldırırsınız, farklı görürsünüz tüm âlemi. Gökyüzündeki dolunayı, etraftaki ağacı; hakikaten görürsünüz, büyü gibi. Öyle anlarda zaman açılır. Zamanın içinden bir başka zaman çıkar. Bir ‘dehr’, bir ‘dem’, bir de ‘zaman’ var. Eskiler bu kelimeleri ayırırmış. Çünkü anlamları farklı.

[imagebrowser id=3050]