21A Interiors’ın kurucusu Mimar Tuvana Serdaroğlu, farklı disiplinlerden beslenen tasarım yaklaşımıyla her projeye, bağlamına özgü ama zamansız bir kimlik kazandırıyor. Serdaroğlu ile mekanların nasıl yalnızca estetik birer alan olmaktan çıkıp katmanlı hikâyeler anlatan sahnelere dönüştüğünü konuştuk.
Tasarım yolculuğunuzda, mekânları sadece görsel alanlar olmaktan çıkarıp çok boyutlu hikâyeler anlatan varlıklara dönüştürme fikri nasıl gelişti?
Tasarım sürecine başlarken mekanı yalnızca estetik bir çerçeve olarak değil; işlev, oran, malzeme ve kullanım düzeninin birlikte çalıştığı bir sistem olarak görüyorum. Zamanla bu unsurların bir araya gelmesinin, mekanın kullanıcıyla kurduğu ilişkiyi dönüştürdüğünü fark ettim. Her proje, kendine özgü kurgusu olan bir sahne gibi. Doğru ışık, doğru malzeme, doğru ölçek ve doğru boşluk yönetimiyle tamamlanıyor. Böylece mekan, yalnızca bakılan değil, kullanıldıkça kimliği güçlenen bir bütün haline geliyor.


Tasarım yolculuğunuz Londra’dan New York’a uzanan güçlü bir altyapıya sahip. Bu iki şehrin size kazandırdığı estetik bakış ve işlevsellik anlayışı, 21A Interiors’ın tasarım diline nasıl yansıdı?
Londra, bana detayın önemini ve tasarımın incelikli kurgusunu öğretti. Disiplinli çalışma biçimi, oran ve malzeme seçimindeki titizlik, işin temelinde sağlam bir yapı kurmamı sağladı. Araştırma gücünü sanatla harmanlayarak vizyonumu zenginleştirdi. New York ise dinamizmi, yenilik arayışını ve farklı kültürlerden beslenen enerjisiyle tasarımda belirgin bir kimlik yaratmamı sağladı. 21A Interiors’ın tasarım dili, bu iki yaklaşımın birleşiminden oluşuyor; Londra’nın rafine çizgileri ile New York’un enerjisi projelerimizde dengeli bir bütünlük yaratıyor.
Sanatla kurduğunuz ilişki, mekânlarınızı sadece yaşanacak yerler olmaktan çıkarıp birer anlatıya dönüştürüyor. Tasarım sürecinde sizi en çok besleyen disiplinler hangileri?
Sanat, tasarım anlayışımın en güçlü beslenme kaynağı. Resim ve heykelin form ve oran duygusu, projelerimin temelinde her zaman var. Modern sanat akımlarının malzeme ve renk konusundaki özgün dili ile mimarlık tarihinin kazandırdığı perspektif, tasarım sürecimi zenginleştiriyor. Bu disiplinler mekanı yalnızca yaşanan değil, aynı zamanda hikayesi olan bir bütün haline getiriyor.

Her projenizde öne çıkan ortak bir çizgi, tutarlı ama tekrara düşmeyen bir dil var. 21A Interiors projelerine o “sizin dokunuşunuz”u kazandıran temel tasarım ilkesi nedir?
21A Interiors projelerinde imza niteliği taşıyan detaylar, mekanda uyum ve kendine özgü bir duruş yaratmaktan geliyor. Kavisli ve dik çizgileri aynı alanda buluşturarak yumuşaklık ile netlik arasında denge kurmaya özen gösteriyoruz. Benim için bu, mekana ilk bakışta etkileyici bir bütünlük vermek ama detaylara yaklaştıkça farklı dokunuşlar ve incelikler keşfedebileceğiniz bir düzen kurmak demek. Renk kombinasyonlarıyla mekanda öne çıkan bir odak noktası belirliyor, malzeme seçiminde ise farklı dokuları ve yüzeyleri deneysel bir yaklaşımla bir araya getiriyoruz. Bu süreçte, alışılmışın dışında malzeme eşleşmelerini denemekten ve yeni kombinasyonlar yaratmaktan özellikle keyif alıyorum.
21A Interiors, her projeyi kendi bağlamı ve hikâyesi içinde ele alıyor. Bu özgün yaklaşımın arkasında nasıl bir araştırma ve gözlem süreci yer alıyor?
Her projenin bağlamını anlamak, tasarımın en önemli başlangıç noktası. Öncelikle mekanın bulunduğu çevreyi, mimari özelliklerini ve mekanın mevcut ve planlanan kullanımını analiz ediyoruz. Ardından kapsamlı bir araştırma yaparak projenin hikayesini besleyecek kültürel, tarihsel ve sanatsal referansları topluyoruz. Bu veriler ışığında moodboard çalışmaları ile bir hikaye kurguluyor ve tasarım dilini oluşturuyoruz. Tüm bu adımlar, projenin estetik ve işlevsel kararlarına yön vererek her projeye kendi kimliğini kazandırıyor.
Proje odaklı bu sürecin yanında, ilham kaynaklarımı besleyen sürekli bir araştırma pratiğim de var. Mimariye her zaman ilgiliyim. Fırsat buldukça seyahat eder, gittiğim şehirlerde dikkatimi çeken ve not aldığım mağazaları, otelleri, restoranları gezerim. Gezdiğim yerlerde beğendiğim detayları inceler, dünyadaki tasarım yaklaşımlarını ve güncel eğilimleri takip ederim. Böylece her proje, hem kapsamlı analizlere hem de yıllar içinde oluşan gözlem ve deneyimlere dayanır.

Tasarımlarınızda sıkça vurguladığınız “zamansızlık” kavramını nasıl tanımlıyorsunuz?
Zamansızlık, tasarımın belli bir döneme ya da trende bağlı kalmadan değerini koruması demek. Benim için bu, modaya göre değişmeyen güçlü bir temel kurmak ve onu malzeme, oran ve detay seçiminde özenli bir yaklaşımla desteklemek. Böylece mekan yıllar geçse de estetiğini ve karakterini korur, farklı dönemlerde de güncel ve geçerli kalır.
Konsept aşamasından uygulamaya kadar projeyi baştan sona kurguluyorsunuz. Sürecin en zorlu ama en belirleyici aşaması sizin için hangisi?
Her aşamanın kendine özgü zorlukları var ama en belirleyici olan, konseptin şekillendiği ilk dönem. Bu, projenin karakterini ve yönünü belirleyen kritik bir süreç. Fikirleri, malzemeleri, renkleri ve formları bir araya getirerek bütüncül bir dil oluşturmak hem en yaratıcı hem de en stratejik adım. Ancak zorluk açısından en yoğun bölüm ise çizim aşaması. Çok detaylı ele alınması gereken bu aşamada, moodboard sürecinde konuşulan ve kararlaştırılan tüm unsurların projeye en doğru şekilde yansıtılması hedeflenir. Ne kadar detaylı çizilir ve üzerine düşünülürse, finalde ortaya çıkan mekanın hedeflediğimiz etkiyi yaratmasını sağlar. Bu nedenle planlamaların ve listelerin özenli yapılması, uygulama sürecinin sorunsuz ilerlemesini sağlar.

Farklı coğrafyalarda —İstanbul’dan Bodrum’a, Dubai’den New York’a— yürüttüğünüz projelerde, yerel kültür ve yaşam biçimi tasarıma nasıl entegre oluyor?
Farklı coğrafyalarda yürütülen her proje, tasarım diline yeni renkler ve yeni bir ritim katıyor. Her projede, bulunduğu yerin kültürel dokusunu, yaşam biçimini ve mimari özelliklerini analiz ederek başlıyoruz. İstanbul’da şehrin çok kültürlü yapısını gözeterek, projenin bulunduğu semtin atmosferini tasarıma dahil ediyoruz. Bodrum’da doğal malzemeler, ışık ve manzara ile kurulan ilişki öne çıkıyor. Dubai’de çağdaş çizgiler ve lüks algısı tasarımı şekillendirirken, New York’ta dinamizm ve farklı kültürlerden gelen çeşitlilik tasarım sürecine yansıyor. Bulunduğu yerin ruhunu yansıtan ögeleri, 21A Interiors’ın kendi estetik diliyle harmanlayarak her projenin hem bulunduğu yere ait hem de markaya özgü bir kimlik taşımasını sağlıyoruz.
Yurt dışında da projeler gerçekleştiren biri olarak Türkiye’deki iç mimarlık pratiğiyle yurt dışındaki sistemler arasında en çok dikkat çeken fark sizce nedir?
Türkiye’deki iç mimarlık pratiği ile yurt dışındaki sistemler arasındaki en belirgin fark, sürecin işleyişinde ve organizasyon yapısında ortaya çıkıyor. Yurt dışında proje aşamaları net tanımlanmış, sorumluluklar net çizgilerle belirlenmiş, ekipler birbirlerine müdahil olmuyor ve her adım belirli bir takvime bağlı. Türkiye’de ise süreçler daha esnek. Bu da kimi zaman hızlı adaptasyon sağlarken kimi zaman planlamada daha fazla özen gerektiriyor.
Dubai Mall’da gerçekleştirdiğimiz bir projede, sistemin ne kadar kuralcı ve detaylı olabileceğini gördüm. Kullanılacak uygulamacılardan malzemelere kadar her unsur önceden onaylanıyor, süreç adım adım takip ediliyordu. Bu yaklaşım, çok daha kapsamlı bir ön hazırlık gerektirse de uygulama aşamasında yüksek kontrol ve öngörülebilirlik sağlıyordu. Türkiye’deki esnekliğin getirdiği yaratıcılık ve manevra alanıyla birleştiğinde, iki yaklaşımın güçlü yanları projelere hem estetik hem de süreç açısından değer katıyor.

Seçtiğiniz malzemelerde veya üretim süreçlerinde çevresel duyarlılık veya geri dönüşümlü malzeme tercihleri gibi sürdürülebilirlik kriterlerine yer veriyor musunuz?
Toplum olarak sürdürülebilirlik konusunda günden güne farkındalığımız artıyor. Doğal ve uzun ömürlü malzemeleri tercih etmek, hem mekanın zamansızlığını hem de çevresel sorumluluğunu güçlendiriyor. Mobilya ve uygulama tarafında geri dönüştürülmüş malzemeler anlamında henüz çok fazla seçenek yok, ancak özellikle kumaşlarda zaman zaman bu tür malzemeler kullanıyoruz. Önümüzdeki yıllarda seçeneklerin artacağını ve bunun tasarım süreçlerimize daha fazla entegre olacağını düşünüyorum.
Günümüz tasarım dünyasında sizi en çok heyecanlandıran malzeme, teknik ya da yaklaşım hangisi?
Son dönemde beni en çok heyecanlandıran şey, klasik malzemelerin yeni yorumlarla bambaşka bir görünüme kavuşması. Doğal taş, ahşap ya da metal gibi zamansız malzemelerin, yenilikçi işleme teknikleriyle daha hafif, daha ince ya da farklı dokularla karşımıza çıkması ilham verici. Örneğin, traverten gibi büyük metrekarelerde kullanıldığında maliyetli ve ağır olabilecek malzemelerin, gelişen üretim teknikleri sayesinde ince plakalar, taş kaplama levhalar şeklinde uygulanabilmesi hem maliyeti hem de yapısal yükü ciddi şekilde azaltıyor. Bunun yanında, her geçen gün gelişen dokulu duvar boyaları da mekana hem karakter hem de derinlik kazandıran etkileyici bir seçenek haline geliyor. Ayrıca, akıllı ev sistemlerinin tasarıma entegre edilmesi, mekanın konforunu ve işlevselliğini ileriye taşıyarak yaşam deneyimini bambaşka bir seviyeye çıkarıyor.

Tasarımlarınızda güncel eğilimleri ne ölçüde dikkate alırsınız? Trendlerle mesafenizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Güncel eğilimleri takip ediyorum ama birebir uygulamak yerine kendi estetik dilimle harmanlıyorum. Trendler, doğru yorumlandığında projeye taze bir soluk katabilir, ancak tasarımın kimliğini geçici bir modaya teslim etmek bana göre değil. Benim için önemli olan, yıllar sonra bile bakıldığında güncelliğini ve etkisini koruyacak mekanlar yaratmak.
Günümüzde tasarım, estetikten öte anlamlar taşıyor. Sizce tasarımın bugün dünyadaki rolü neye evriliyor?
Tasarım artık yalnızca güzel bir görüntü yaratmakla sınırlı değil; yaşam biçimlerini, sosyal ilişkileri ve mekanla kurulan bağları şekillendiren güçlü bir araç. Günümüzde iyi bir tasarım, kullanıcı deneyimini iyileştirirken, bulunduğu bağlamla uyumlu ve zamana karşı dayanıklı olmayı hedefliyor. Bence tasarımın rolü, estetikle işlevi birleştirmenin ötesine geçip, geleceğin yaşam kültürünü tanımlamaya doğru evriliyor.