Bölümlere dair notlar ve Zoom ekranının diğer ucundan gelen seslerle yazılmış üç röportaj üzerinden karakterlerin kırılma anlarını, 1880’lerin “sessiz” kurallarını ve bugüne uzanan yankılarını inceliyoruz.
The Gilded Age, ilk sezonunda 1880’lerin New York’unda açılmıştı. Gösterişli evler, kuralların yazılmamış gibi davranıldığı ama herkesin ezbere bildiği bir hiyerarşi düzeni, kimin kiminle oturup kalktığının servet kadar önem kazandığı bir çağ. (Tanıdık geldi mi?) Bir yanda van Rhijn-Brook ailesi var: eski paranın, dar çevrelerin, sosyal asalaklığın temsilcileri. Diğer yanda ise Russell’lar mevcut: yükselmekle yetinmeyip her şeyi yeniden kurgulamaya çalışan, yeni para ve yeni güçle sahneye çıkan bir aile.
Bertha Russell o çevreye sızmakla kalmamakla, onu dönüştürmeye niyetli. George Russell ise servetini tren yollarına da görünürlüğe de yatırıyor. Bana sorarsanız çok iyi bir PR’cı. Ama esas çatışma dışarıda değil, evin içinde şekilleniyor.
Diğer yanda Marian Brook’un hikayesi, neyi istediğini bilmemekle, ne istemesi gerektiğini yeni yeni fark etmek arasında gidip geliyor. Peggy Scott ise izleyici olarak kalmamakta kararlı; anlatıya yön veren, merkezde duran biri. “Siyah,” “yalnız,” “gözlemci” kelimeleriyle betimleyebiliriz onu ama gözlemlediklerini de kelimelere dökecek kadar net.
İkinci sezonda da dengeler iyice gerilmişti. Bertha’nın yükselişi artık kırılgan sosyal düzeni tehdit etmeye başlamış; Peggy kendi sesini bulmakla kalmamış, duyulmasını da talep etmişti.
Marian ise gerçek kararların balo salonlarında değil, kapanan kapıların ardında alındığını fark etmesiyle heyecan katmıştı ortalığa.

Entrikalar daha kişisel, sınıf meselesi daha içselleştirilmiş
HBO Max’te 22 Haziran’da başlayan ve 10 Ağustos’ta sezon finali yayınlanacak olan üçüncü sezonda dengeler kırılganlaşırken karakterlerin pozisyonları daha da netleşiyor. Artık mesele kabul görmekten çıkıyor; kime, hangi koşulda, ne pahasına “evet” denildiğiyle ilgili. Kısacası yeni sezonla birlikte entrikalar kişisel düzeye iniyor, sınıf meselesi ise artık doğrudan karakterlerin iç dünyasında beliriyor.
Bertha Russell gözünü bu kez İngiliz aristokrasisine dikiyor. Toplumsal merdiveni tırmanmak yetmiyor, o dengeyi yeniden kurmayı hedefliyor. Ama bu yeni hedef, kocası George’la kurdukları dengeyi sarsıyor. Bertha topluma göre oynadıkça George uzaklaşıyor. Evin içindeki çatışma, Russell ailesinin servetinden daha büyük hale geliyor denebilir.

İstanbul’dan Los Angeles’a: ilk oturumda Deneé Benton ve Jordan Donica
Tüm bu kırılma anları hala taze ve heyecan vericiyken ben de ekran başına geçtim. Sezon oyuncularıyla yapılan röportajlar için Zoom’dan Los Angeles’a bağlandım. Ekranın bir köşesinde çeşitli ülkelerden isimler var. İlk sorular da beklendiği gibi geliyor: “Karakteriniz bu sezon nasıl değişti?” ya da “Sette sizi en çok şaşırtan neydi?”
Cevaplar özenli, dikkatli, profesyonel. Pürüzlü kısımlara dokunmayı bekliyorum. “Peggy bambaşka bir yerde artık, değil mi?” diye soruyor bir gazeteci. Oyuncu Deneé Benton başını hafifçe sallıyor. Peggy’nin bu sezon sonunda biraz olsun gülümsediğini, hatta ekran başında kendi kendine “Vay be” dediğini anlatıyor. “İlk kez kendine kurduğu hayatı gerçekten yaşamaya başlıyor. O hayat için çok savaşmıştı.”
Derken sıra bana geliyor. Kameram bozuk, sesim biraz geç gidiyor. Ama aklımdaki soru net: “Diyelim ki bir tarihçi Peggy’nin roman taslağını, William’ın çalışma notlarını buldu. Hangi cümlelerinin altı neon kalemle çizilsin?”

Oyuncu Jordan Donica hiç düşünmeden cevaplıyor: “William, Peggy’ye bir sahnede şöyle diyor: ‘Bir adam, bir kadın için benim sana hissettiklerimi hissediyorsa, o ilişki için savaşması kaçınılmazdır.’” Deneé Benton ise fragmandaki repliği hatırlatıyor: “İyi bir eş ve anne olmak istiyorum. Ama oy hakkım da olsun istiyorum.” Ve ekliyor: “Seçmek zorunda kalmadan hepsini istiyor. O anı çok seviyorum.”
Sonra sorular yavaş yavaş daha içeriye ilerliyor. Başka bir gazeteci, 1880’lerde siyah kimliklerin ve sınıf geçişlerinin bugünkü karşılıklarını soruyor. Jordan, açık tenli bir siyah erkek olarak kendi ayrıcalığını tanımaktan, William’ın ise bunu kolektif faydaya dönüştürmeye çalışmasından söz ediyor.
İkinci sorumu sormak için tekrar söz alıyorum. “Siyah elit çevre de sessiz kurallarla örülü. Karakterleriniz, bu kurallardan hangisini yıkıyor, hangisini taşımayı seçiyor?” Jordan yanıt veriyor: “William bazen annesine bile oyun oynuyor. Mesela bir sahnede, oy hakkı savunucusu Frances Ellen Watkins Harper’ın katılacağı bir partiden ‘çay partisi’ diyerek bahsediyor. Çünkü toplaşmanın esas sebebini bilse annesinin gelmeyeceğini biliyor. Ama onu orada görmek, hatta değiştirmek istiyor.”

Deneé söze giriyor: “Peggy bazen düşünmeden önce konuşuyor. Sonra da dönüp diyor ki: galiba artık bunun arkasında durmalıyım.” Ona göre karakterinin zekası, sezgileri kadar güçlü. Ama bazen sezgileri öne geçiyor. Ve o an arkasında durduğu temsil, göğüslenmesi gereken bir şeye dönüşüyor. William için de “Yalnız hareket etmeye alışık biri için, yanında aynı cesaretle yürüyen birini görmek cesaret verici,” diyor.
Bir oturum sona eriyor, ekranlar kararıyor. Benim sezdiğim şu: Peggy ve William toplumsal rolleri, beklentileri, suskunlukları birlikte taşıyan bir ortaklığı simgeliyor.

Russell çiftiyle güç dengeleri üzerine: Carrie Coon ve Morgan Spector
İkinci odada hava biraz daha oturaklı, aynı kişilerin karakterleri gibi. Ekranda Carrie Coon ve Morgan Spector var. Bir gazeteci başlıyor: “Bertha bu sezon her şeye sahip olmuş gibi mi hissediyor yoksa güce biraz bağımlı mı hale geldi?” Carrie gözlerini hafifçe kısıyor, gülümsüyor: “İkincisi. Bertha asla tatmin olmaz. Güce olan açlığı yeni bir açlık yaratır. Bu hiçbir zaman dolmayacak bir boşluk.”
Bir sonraki soru “Neden bu kadar hesapçı, kibirli ve manipülatif olmalarına rağmen izleyici Russell çiftine sempati duyuyor?” oluyor. Morgan Spector’ın cevabı net: “Çünkü en azından sıkıcı değiller. ‘Old money’ insanlar da manipülatif ama geçmişe sıkışmış durumda. Russell’lar geleceği kuruyor. Onlara bakınca ‘Belki de doğru olan budur’ diyorsunuz.”
Sıra bana geliyor. “Carrie—Bertha opera savaşını kazandı. Şimdi balo dedikodularını İngiliz unvanlarıyla takas ediyor. Bu yeni hedef, onun başarı tanımını nasıl zorluyor?” Carrie’nin cevap verirken karakterini ne kadar içselleştirdiğini görüyorum: “Bertha toplumun neye değer verdiğini çok iyi okuyor. Genç kadınlar İngiliz düklerle evleniyor çünkü onların aileleri paraya, bu kadınlar da statüye ihtiyaç duyuyor. Ama burada bir çelişki başlıyor. George bu sistemin parçası olmak istemiyor. Eski aristokrasiyi güç olarak görmüyor. Yani Bertha’nın bu yeni hedefi, George’un değerleriyle çatışıyor. Ve bu evin içinde gerçek bir gerginlik yaratıyor.”

Morgan’a dönüyorum: “George risk alarak bir imparatorluk kurdu. Ama bu sezon ilk kez neye ‘hayır’ demeyi öğreniyor?” Cevabı düşünmeden geliyor: “Gladys’in evliliğine. O evliliği engellemediği için pişman. Bertha’nın, kızlarının mutluluğu üzerinden bir toplumsal hamle yapmasına izin verdi ve bunun bedelini şimdi içten içe ödüyor. Kendine verdiği ‘Kızımı korurum’ sözünü tutamamış olması, onu utandırıyor.”
Başka gazeteciler araya giriyor, setten favori anlar, en etkilendikleri konuk oyuncular, iyi evliliğin sırrı soruluyor. Carrie’nin cevabı kısa: “Saygı.” Morgan’ınki ise: “Dürüstlük ama bu sezonda orada biraz eksiğiz.”
Kapanışta Carrie karakterinin durumu hakkında açık konuşuyor: “Bertha her zaman çatlaklarını sadece George’a gösterirdi. Ama bu sezonda o da yok. Konuşacak kimsesi kalmadı.”
Ekran yeniden yavaşça kararırken bu sefer de şu netleşiyor: Russell’lar, aynı gemide olan ama artık aynı rotayı çizemeyen iki kaptan.
Sezonun genç yüzleri: Louisa Jacobson, Taissa Farmiga & Harry Richardson
Üçüncü odada sahne daha genç bir enerjiyle açılıyor. İlk soru Louisa Jacobson’a geliyor: “Marian artık çok farklı bir yerde. Bu sezon onun için en önemli şey neydi?” Jacobson, sezona karakterinin “duygusal anlamda bir sıfırlanma”yla başladığını söylüyor. Dashiell’le olan nişanı bitirmiş, geçmişin hayal kırıklıkları ve ihanetiyle baş etmeye çalışıyor. “Bir yandan Larry’yle arasındaki o duygusal çekimi hissediyor,” diyor, “ama ne kadar doğru biri olursa olsun, geçmişten gelen korkularla baş edebilmek o kadar kolay değil.”

Sıra bana yaklaştığında Marian ve Larry’nin ilişkisi yeniden geliyor gündeme. Sorum şöyle: “Marian Larry’ye bu sezonda ayrıcalık hakkında ne öğretiyor, Larry bu aynayı ne zaman ona çeviriyor?”
Louisa şöyle anlatıyor: “Lake club olayından sonra Larry beni iş yerimde ziyaret ediyor. Benimle ancak öyle görüşebiliyor zaten. Tatlılıkla yaklaşsa da ama ben onun düşüncesizliğine, bana yaşattığı karmaşaya dur dedim. Sezon sonuna doğru da George’un sağlık krizlerinin ardından bir sahne var. Ben korkularımı açık ediyorum, Larry şöyle diyor: ‘Gerçekten şu an bundan mı bahsedeceksin?’ İşte o an aynayı bana çeviriyor.”
Harry Richardson ise kendi karakterinin kırılma anını şöyle tanımlıyor: “O ilk yüz yüze geldiğimiz sahne… her şeyin patladığı anın ardından geliyor. Marian benimle konuşmadan, sadece başkalarıyla iletişim kurarak uzaklaşmış. Bu sahnede onun bana yaşattıklarını fark ediyorum. Ama sonra ben de ona şunu söylüyorum: gerçek bir ortaklık için doğrudan konuşmamız lazım. Başkalarından duymak istemiyorum. Bu ilişkide bir taraf olarak yer almak istiyorum.”

Gladys’e dair soru geldiğinde Taissa Farmiga sözü alıyor. Tonu yavaş ve düşünceli. Evlenmeye hazırlanırken çevresindeki herkes bir şey söylüyor: kalbini dinle, anneni dinle, mantığını dinle… Ama son kararını en son ana kadar verememiş. “Toplumun dalgasına kendini bırakıyor gibi. 1880’lerde genç bir kadının yapabileceği çok fazla şey yok. Ama George Russell evliliği statü pazarlığından çıkartıyor. Kızına bir tür hareket alanı yaratıyor. Damat Gladys’e bağımlı hale geliyor. Bu da bir iktidar alanı yaratma biçimi.”
Benim ona sorum şu oluyor: “Bu sezon karakterin 1880’lerin kripto parası gibi değerleniyor. Peki Gladys tam olarak ne zaman kendi piyasa değerini kendi belirliyor?” Farmiga, cevap olarak sezonun altıncı bölümünü işaret ediyor: “Bir yerde durup ‘Bütün bunlar benim başıma geliyor ama ben olayların neresindeyim?’ diyor. Titriyor ama sesi net. Başkaları tarafından eline tutturulan ajandasını kendine geçiriyor. Kısık bir sesle olsa da çok kararlı bir şekilde ‘Artık yeter’ diyor. Tabii 1880’lerce.”

Oturumun sonunda bir gazeteci setten komik bir anı soruyor. Hepsi gülüyor: “Christine Baranski kamyondan pancake servis eden birini getirmişti,” diyorlar. Korselerin içinde pancake yemekten bahsediyorlar. Benim izleyici olarak aklımda kalan şu oluyor: Bu üç karakter, bir dönemin gölgesinden çıkıp kendi kendilerine “Buranın karanlığından çıkıp önümü göreceğim” diyor. Ve ne kadar 1880’lerden seslenseler de o ışık bugünü de aydınlatıyor gibi.
1880’ler dekoru, bugünün hikayeleri
Servetin nasıl gösterildiği, kadınların ne zaman konuşabildiği, bir evliliğin hangi koşullarla sürdüğü gibi sorular hala geçerliliğini koruyor. Karakterlerin yaşadığı kırılmalar ise hem 1880’lere hem de bugüne ait. Bu sezonu esas ilginç kılan da bu hikayeyi artık sadece Bertha Russell gibi kuralları bilenlerin değil, deMarian, Gladys ve Peggy gibi onları sorgulayanların da taşımaya başlaması.
Kapak / Fotoğraflar: HBO Max Türkiye, TME Films, PPR Medya
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> İçsel yolculuğa çıkanlar için 7 yaz filmi