NewYork ArtHouse’un kurucusu Sedef Gali ile bir araya geldik; canlı renklerle anıları, rüyaları ve sosyal deneyimleri tuvale nasıl aktardığını konuştuk.

MC: Tuval başına geçmeden önce yaptığın, senin bile fark etmediğin bir alışkanlığın var mı?
Yazmak. Uzun uzun yazmak. Ask mektupları, hikayeler, “kendime düşünceler”… tuvaldeki tüm anlatı zaten önce kelimelerimle şekilleniyor yoksa o zihnimdeki sonsuz düşünce yolculuklarında kaybolabiliyorum. Resimlerimin doku katmanları da bu duygu/düşünce katmanlarında saklı aslında. En ince ve hafifinden en ağırına kadar; suyla inceltilmiş hafif toz pigmentlerden, janjanlar ve simler veya kalın, olabildiğine tok yağlı boyalar.
MC: İçinde yaşamak isteyeceğin bir tablo? Sana veya başkasına ait olabilir.
İçinde yaşadığımız bir tablo var aslında, o da Hieronymus Bosch’un Garden of Earthly Delights triptiği. Yani dünyevi zevkler bahçesi. Üç panelden oluşan bu resmin ilk panelinde cennetten bir sahne görürüz. Adem ile Havva’nın İncil üzerinden anlatışına biraz da ters düşen (Rönesans dönemi için alışılmadık denebilir çünkü bu anlatılar genelde aynıdır) ve bu karakterlere de dünyevi duygular yüklenmiş, yani biraz da şehvet içeren bakışlarını görürüz. Orta panelde ise fantastik bir gerçeklik resmedilmiştir. Dünyevi güzellikler, erotizm, lezzet, yozlaşma, kaos, dans hepsi insan yaşamının kinayeli bir alegorisi. Üçüncü panelde ise cehennem sembollerle anlatılmıştır. İnsanlığa bir eleştiri olarak da okuyabileceğimiz bu panelleri kapatınca zaten şeffaf bir dünya görseli içindeki detaylar olduğunu anlıyoruz. Yani biz biraz da Bosch’un cam fanusunun içinde yaşıyoruz.
Ama Sandro Boticelli’nin Primavera eserinin içinde bulmak isterdim kendimi sanıyorum. 200’e yakın farklı çiçeği de araştırıp bu kompozisyona yerleştiren Boticelli’nin yarattığı bu masalsı dünyada yaşamayı hayal etmiyor değilim. Eserin orijinalini görünce zaten sizi içine çekiveriyor, o bahar rüzgarını saçlarınızda hissediyorsunuz. Yani yaşayamasak da ziyaret edip gelebiliyoruz diyebilirim.
MC: Stiline ya da estetik duruşuna ilham veren, geçmişten birkaç kreatif isim?
Diana Vreeland, Elsa Schiaparelli, Peggy Guggenheim, Salvador Dali,
MC: Elin hep aynı renge mi gidiyor? Fark etmeden sürekli seçtiğin bir ton var mı?
Altın tonlarını sıcak, soğuk her türlü kullanıyorum. Her gördüğüm dore boyayı alıyor olabilirim. Altın rengi boya çeşitliliği var atölyede. Toz yaldız, varak gibi malzemelerle kendim de bu renklerde doku ve boya hazırlıyorum. Son zamanlarda ipek organze üzerine çalıştığım için güneş yansımaları ve rüzgar hareketliliğinde de değişkenlik gösteren janjanlı boyaları oldukça tercih ediyorum. Yağlı boyada ise vazgeçemediğim üç renk phtalo mavi, phtalo yeşil ve magenta. Bu üçlü bir arada müthiş güçlüler. Toz pigment alıyorsam mavi tonlarını biriktiriyorum genelde ama bu biraz da Klein’in toz pigmentlerini görmeye alışık olduğumuz için olabilir.
MC: Bir işin “tamamlandığını” nasıl anlarsın?
İçgüdü sanıyorum. Bir renk olduğu yere ait olup olmadığını resimde sana söylediği gibi, “çok gittin” “biraz ara ver” veya “tamam ben oldum” diyor bence. Özellikle soyut işlerde nerede duracağını bilmek önemli. Bazen de o resmin tamamlanmadığını biliyorum ve bir sene sonra tekrar başına geçiyorum ve bitme zamanı gelmiş oluyor. Bir işin tamamlanması için benim de “tüm” hissetmem lazım gibi geliyor. Hayatta da sezgilerime güvenerek hareket ediyorum. Bugüne kadar henüz yanıltmadı beni.
MC: New York’ta seni içine çeken sokaklar ya da rutinine girmiş mekanlar hangileri? Neresi, ne için?
Ben uzun yıllar Brooklyn’de yaşadım. Manhattan’a taşındığımda ve ArtHouse’u New York’taki en sevdiğim mahallede, SoHo’da açınca buradan pek de uzaklaşmaz oldum. Broome streetten doğuya doğru yürürüm sabahları kahvemi aldığım yerleri değiştirmeye çalışırım. New York’ta her gün bir yenilik doğuyor ve aynı şeyleri yapıp aynı yerlere sürekli gitmek yeni tecrübeleri yaşamaktan alıkoyabiliyor kişiyi. Halbuki İstanbul’da rutinimi, düzenimi ve aynı yerlere gitmeyi oldukça keyifli buluyorum. Ama New York rutinimde her perşembe Chelsea’deki galerileri, yeni sergileri dolaşmak var. Bu şaşmaz kesinlikle. Ayda bir Metropolitan’da operaya gitmeye çalışıyorum. Müzelerdeki sergiler de sıkça değiştiği için Moma, Guggenheim gibi müzeler de uğrak yerim. Metropolitan müzesi ise yağmurlu bir New York gününde bir kaçış noktası. Yüz kere de gezsem o devasa müzede hiç görmediğim bir eser, obje veya detay görüyorum. New York’taki ArtHouse’umun olduğu bina el değiştirdiği için maalesef bu sene kapattım ve artık çalışmalarıma çoğunlukla Türkiye’de devam edeceğim. Ancak kapanana kadar sanıyorum ben ve dostlarımın en çok zaman geçirdiği yer de burasıydı. Çünkü hem sanatçı stüdyosu, hem galeri, hem de benim evim olmasının yanısıra herkesin uğrak yeriydi. Westside highway’de koşuya çıkmak bu baharda rutinime eklediklerimden oldu. İstanbul’da da her gün denizi görebiliyor olmak büyük bir lüks bence, her gün nehrin kenarında koşabildiğim Westside highway’e her gün gidiyorum. Ama sanıyorum New York’un sokaklarıyla ilgili en zevkli şey yürümeye başlıyorsunuz ve tüm şehri saatlerce etrafı izleyerek yürüyebilir, binbir türlü insanla tanışabilir, kendinizi bir filmin veya bilgisayar oyununun içinde hissedebilirsiniz. Bir de tabii ki Chinatown! Sonsuz tapiokalı, jöle kıvamında tatlılar ve noodle’lar. Sanıyorum vazgeçemediğim rutinim yeni yerleri keşfetmek.
MC: Tuval dışında renkleri bir araya getirmekten keyif aldığın başka bir alan var mı? (Giyinmek, dekorasyon?)
Moda, stil, dekorasyon bunlar zaten sanatın kolları. Kendini ifade etme biçimlerinden birkaçı. Sadece daha tüketim dünyasının parçaları olduğundan “trend”leri var. Bu nedenle “zamansız parçalar” “iyi tasarım” “kalite” gibi konseptler trendlerin önüne geçip kalıcı stilimizin bir parçası olabiliyor. Burada renklerle ilgili fikir, istek ve yakıştırma düşüncelerim değişkenlik gösteriyor. Bazen tümüyle renksizlik, açık renk ton sür ton ararken hem dekorasyonda hem de giyimde, bazen de maksimalist bir yaklaşımla renkler desenler ve dokuların üst üste bindiği kompozisyonları istiyor gözüm. Bir resimde olduğu gibi burada da uyum ve renk aidiyeti ve hangi rengin hangi dokuyla sergilendiği büyük önem taşıyor.
Bir de tabii hayatın ta kendisi!
MC: Üç kelimeyle atölyenin ruhu?
Katman, kaos, aşk
MC: Bir albüm kapağında yerin olsa, kimin kapağı olurdu?
Habibi funk compilation’larından Pat Benatar’a, Julio Iglesias’tan Piero Umiliani’ye, Jungle’dan Boz Scazz’a, Blackbox’tan Nina Simone’a geniş bir spektrumdayız sanırım. Ama sanıyorum Herb Alpert ve Tijuana Brass plaklarının kapağında yerimi bulabilirdim.
MC: Son zamanlarda seni etkileyen bir sergi?
Kesinlikle Hauser Wirth’teki William Kentridge sergisi. “A Natural History Of The Studio”
MC: Çalışırken fonda dinlemekten sıkılmadığın bir şarkı?
Isaac Hayes – Walk On By
Fotoğraflar: Sedef Gali @sedefgali
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> ULKUHAN: Etnisch Profiteren ile bir koleksiyonun politik hafızası