“Moda dünyasının kraliçesi” diyerek bahsedebileceğimiz Anna Wintour, dokunduğu dergilerin içeriklerini değil, bedenlerimizi, güzellik standartlarını ve kadınlık imajını da şekillendiren en etkili figürlerden biri oldu. “Bikini body” takıntısından “SkinnyTok”a uzanan bu çizgide, estetik algısının ipleri uzun yıllar boyunca onun elindeydi.
Bu yazıyı yazmaya başladığımda şöyle sormuştum: “Peki, bir gün sahneden çekilirse, güzellik algısı yeni jenerasyonun elinde nasıl bir yöne evrilecek?” E, şimdi bu gerçeklik karşımda belirince sıra şuna odaklanmaya geldi: “Kraliçesiz bir imparatorluk mümkün mü?” Belki de artık güzellik anlayışımızı başkalarının tahtında değil, kendi aynalarımızda tanımlamanın zamanı gelmiştir.
Yaz geldi. Çoğumuz, bavulunu tatilde giyeceği payetli elbiselerden içeceği kokteyllere, pareolarıyla uzanacağı sahillerden ve renkli bikinileriyle dalacağı denizlerle dolu hayallerine hazırlıyor. Ama o heyecanla beklenen tatil geldiğinde, sabah aynaya bakan birçok genç kadın, aylarca giymek için sabırsızlandığı bikiniyi “Biraz göbeğim var” diyerek valizinden bile çıkarmıyor. Tatilde tadını çıkaracağı her kokteylin, her dondurmanın, her öğünün kalorisi birer “tehdit” haline geliyor, çünkü bir fotoğrafta biraz ödemli görünmek bile kaygı yaratıyor.
Bu senaryo birçoğumuz için tanıdık. Pek sanmıyorum ama bazılarına abartılı tabii. Altını çizeyim, değil. Bu kaygı durumu, binlerce genç kadını yeme bozukluklarına, psikolojik çöküşlere ve yaşamla bağını yitirmeye sürükleyen sistemin sadece başlangıç kısmı. Peki neden bu kadar çok kadın, kendini sürekli bir vitrindeymiş gibi hissetmek zorunda kalıyor?
Yıllarca kimin gözüne hitap ettik?

Sistemin kontrolü hep belli kalıplarla sağlandı. O kalıpları kim belirlediyse, zirveye kimin çıkacağına da o karar verdi. Ve bu düzenin baş mimarlarından biri, hiç şüphesiz Anna Wintour’du. 1988’de Vogue’un baş editörü olan Wintour, sadece derginin değil, bütün bir endüstrinin yönünü değiştirdi. Onun döneminde Vogue artık yalnızca moda sektörünü yansıtmayı bıraktı; neyin güzel, değerli ve saygın olduğuna karar veren bir norm üreticisine dönüştü.
Başta yalnızca süper modellerin kapak yıldızı olduğu Vogue, Wintour’un etkisiyle “ulaşılabilir yıldızlar” dönemine geçti. Wintour’un estetik kalıplarına uyan ünlüler, bu kez basic tişörtleriyle, jean’leriyle, günlük hayat pozlarıyla kapağa taşındı. Onlar hem “bizden biri” gibi görünüyordu, hem de asla tam olarak ulaşamayacağımız kadar idealize edilmişlerdi.
Wintour’un estetik normlarının arkasında, sadece bir moda tercihi değil, aynı zamanda toplumsal sağlık ve beden politikalarına dair sert ve tartışmalı görüşler de vardı. 60 Minutes programında Minnesota’da yaptığı bir geziden sonra şu sözleri dile getirdi: “Minnesota’ya yaptığım bir geziden yeni dönmüştüm ve orada gördüğüm insanların çoğunu ancak ‘küçük evler’ diye nazikçe tarif edebilirim. Amerika’da ciddi bir obezite salgını olduğunu hissettim. Ama nedense herkes anoreksiyaya odaklanıyor… İnsanlara sağlıklı beslenmeyi, egzersiz yapmayı ve kendilerine iyi bakmayı öğretmek için daha fazla zaman, para ve eğitim harcamalıyız.”
Bu ifade, moda dünyasının beden algısını şekillendirirken aslında daha geniş toplumsal ve sağlık sorunlarıyla bağlantılı olduğunu gösteriyor. Vogue’un idealleştirdiği estetik biçimleri, sağlık kıstası ve disiplin normu olarak da dayatılıyor.
Wintour’un sistemi çok netti: Toplumun önüne bir ideal koy, o ideali taşıyanları parlat, diğerleri ise o ışığa ulaşmak için kendilerini dönüştürmek zorunda kalsın. Yani biz yıllarca, Anna Wintour’un gözüne hitap eden biri olmaya çalıştık.
GÜZELLİK = GÜÇ + STATÜ + KONTROL

Ötekileştirilmemek için kısa bir formüle ihtiyacınız var: Güzellik = Güç + statü + kontrol. Bu denklem, zayıflığı yalnızca estetik bir mesele olmaktan çıkarıp, irade ve disiplinin sembolü haline getiriyor. Tıpkı “Ne kadar çok çalışırsan o kadar zengin olursun” söyleminin bedenimiz üzerindeki versiyonu gibi.
Bu mantıkla, zayıf olmak iradeli ve güçlü olmakla eş tutulurken; kilo alan, “bedenini kontrol edemeyen” kişiler farkında olmadan iradesiz ve dolayısıyla başarısız olarak etiketleniyor. Bu etiketin ardında fiziksel ya da psikolojik bir sağlık problemi, ekonomik durum ya da çevresel etkenler olup olmadığı çoğu zaman göz ardı ediliyor. Sonuç mu? Güç ve statü, o etiketi yiyen kişiden uzaklaşıyor.
Bu sistemin bir diğer yüzü ise bedensel olarak ‘gri bölgede’ kalan bireylerdir. Ne ideal beden normuna tamamen uyarlar, ne de dışlanan beden tiplerine dahildirler. Bu nedenle fazla dikkat çekmeden sistemin içinde kalabilir, görünmezlik içinde korunabilirler. Ancak bu konumlarını sürdürebilmek için merkeze yani “zirveye” yakın görünmeleri gerekir. İşte tam bu yüzden, sistemin güzellik ideallerini ve sloganlarını sorgulamadan benimserler. Örneğin: “Hiçbir yemeğin tadı, zayıf olmanın verdiği histen daha güzel değildir.” (“Nothing tastes as good as skinny feels.” — Kate Moss) Çünkü bu söylemler aracılığıyla, sistemin onayına daha yakın hissetmek isterler. Bu grup, aslında söylemin taşıyıcısıdır: hem sistemin sürdürücüleri olurlar hem de onun zirvesine hiç çıkamasalar bile, oradaymış gibi davranırlar.
Bu tür söylemler, diyet kültürünün mottoları haline gelirken, beden algısını da ahlaki bir ölçüte dönüştürüyor. Böylece “skinny” sadece beden tipinden öte, bir mesaj ve statü göstergesi haline geliyor.
Post-Anna Dönemi Nasıl Olur?

Anna Wintour, 26 Haziran’da Amerikan Vogue’un baş editörlük görevinden ayrıldığını duyurana kadar halefi hakkında açıkça konuşulmuyordu. Ancak kulislerde iki isim öne çıkıyordu: Eski British Vogue genel yayın yönetmeni Edward Enninful ve şimdiki baş editör Chioma Nnadi. Her ikisi de Wintour’un sert ve merkeziyetçi liderlik tarzından farklı profiller. Bu koltuğa geçmeleri halinde, moda sektöründe süregelen tekil bakışın yerini daha kolektif ve kapsayıcı bir vizyon alabilirdi.
Ancak Enninful, bu görevi devralmak yerine kendi medya şirketi EE72 ve çeyreklik yayın yapacak 72 Magazine’i duyurdu. Bu hamle yalnızca kişisel bir karar değil; Wintour merkezli otoriter sistem dışında yeni bir güç alanı kurma çabası olarak da okunabilir. Enninful, Vogue sonrası döneme sistem dışından ve özgür bir perspektifle yön vermek istiyor. Nnadi ise içeriden gelen, çeşitlilik ve temsile duyarlı bir figür olarak önemli bir konumda. Gelişmeler, Vogue’un başına geçebilecek başka isimlerin de gündeme gelmesine neden oldu. Bunlardan biri, Wintour’un biyografisini yazan gazeteci Amy Odell. Sistemi içeriden çözümleyebilen, eleştirel ve bağımsız bir isim. Bir diğeri ise eski Vogue editörü Kate Betts; hem gelenekle bağ kurabilen hem de dönüşüme açık bir profil.
Kısa süre öncesine kadar “Anna’dan sonra kim gelir?” sorusu bile sorulamıyordu. Şimdiyse mesele yalnızca kimin geleceği değil, nasıl bir sistemin kurulacağı. Belki de gelecekte Vogue’un başında tek bir kişi değil, her ülkenin kendi baş editörüyle çalıştığı daha kolektif bir yapı göreceğiz. Bu durum, Wintour’un stratejik bir hamlesi olabilir. Bu sistem gerçekleşirse, Anna Wintour bu unvanlara sahip olan son kişi olarak tarihe geçer. Wintour, egemenliğini kaybetmek istemeyen ama dönüşümün farkında olan biri olarak, bu geçişe izin verirken geçişin sembolü olmayı başarmış olur. Onun derdi düzenin değişmesi değil, bu düzenin baş mimarı olarak hatırlanmak. Bu da kolektifleşen bir dünyada “tekil” imparatorluğunu tarihe mühürlemek anlamına geliyor. Yine de kraliçeye tacını teslim edip daha çok sesli bir dönem için umutlanabiliriz. Wintour, bir süre daha perde arkasında ipleri tutsa da bu hareketi hafife almak anlamlı olmaz. Bu da demek oluyor ki: tek bir kişinin bakışı yerine bir jenerasyonun sesi yükselebilir.
Yeni neslin güzellik normlarına karşı daha eleştirel bir duruşu, beden politikaları ve kimlik temsili konusunda daha bilinçli bir tavrı var. Beden olumlama, cinsiyet akışkanlığı, temsil, çeşitlilik, bu jenerasyonun yalnızca talepleri değil, aynı zamanda medyaya ve modaya yön verme araçları.
Yine de günümüz trendlerinin doğası gereği, her dönüşüm bir tepkiyle gelir.
Nasıl ki 2010’ların beden olumlama rüzgarı, 2000’lerin sıfır beden takıntısına bir karşı çıkıştıysa bugün de yeniden “Balıketli olmak güzeldir” söyleminden SkinnyTok ve 2000’ler estetiğine geri dönüş sinyalleri alıyoruz.
Fakat bu sefer bir fark var: Yeni nesil, yaratılan algıların psikolojik ve toplumsal etkilerinin farkında. Ve bu farkındalık, geçmişte bastırılan seslerin bu kez daha yüksek ve kararlı çıkmasına neden olabilir. Post-Anna dönemi, tek bir bakışın değil de birçok farklı gerçekliğin sahneye çıktığı bir dönem olabilir!
Bedenimiz Ne Zaman Bize Ait Olacak?

Gerçek özgürlük, çeşitliliği yalnızca “kabul etmekle” değil, onu normalleştirerek ve her bir bedenin, her bir özelliğin farklı bir estetiğe hitap edebileceğini kabullenmekle mümkün olabilir. Güzellik algısını sürekli sorgulayarak, aynada gördüğümüz bedeni bir düşman değil, bir yol arkadaşı olarak görmeyi öğrenmeliyiz. Başkasının beğenisi için değil, kendi içimizde huzurlu olmak için sağlıklı kalmalıyız. Bedenimiz, başkalarının gözlerine değil; kendi gözümüze ve kendi ihtiyaçlarımıza hitap etmeli. Çünkü bu çağda, sorun çoğu zaman bedenlerde değil de zihinlerde gibi geliyor bana. Zihinsel yorgunluk, kıyaslama kültürü ve sürekli uyum sağlama baskısı içinde, en çok korumamız gereken şey: kendi özgünlüğümüz.
Kapak Tasarım: Lal Ece Ersoy @laleceersoy
Fotoğraflar: Unsplash
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Francesco Risso, 10 yıldır kreatif direktörlüğünü yaptığı Marni’ye veda etti