Hannah Levy, maddeyi dönüştüren işleriyle tasarımın kültürel kodlarını sorguluyor.
Hannah Levy’nin heykel pratiğiyle ilk karşılaşmam, sanatçının New York’taki Frieze 2025’te Casey Kaplan’ın sergilediği solo standı sayesinde oldu. Levy’nin işleri, ilk bakışta hem fütüristik hem de organik bir tınıya sahip; malzeme ve formun sahneyi bütünüyle ele geçirdiği bir deneyim sunuyor. Cecilia Alemani küratörlüğündeki 59. Venedik Bienali’ne katılımıyla uluslararası sanat dünyasındaki yerini sağlamlaştırmış olan Levy’nin işleri Odunpazarı Modern Müze’de gösterimde olan Ehlikeyif sergisinde de yer alıyor (16 Kasım’a kadar açık).

Installation view: Hannah Levy solo presentation with Casey Kaplan at Frieze New York,2025, Booth B11. Photo: Sebastiano Pellion di Persano
Sanatçının pratiği, en temelde tasarımın kültürel değer sistemlerimizi nasıl yansıttığını sorguluyor. Levy, sıklıkla bedensel etkileşim kurduğumuz nesnelerden, mobilyalar, spor aletleri, trabzanlar, yola çıkıyor; tanıdık oldukları kadar yabancılaşmaya açık formlar üzerinden işler kuruyor. Ona göre hastalık ve ölüm, gençlik takıntılı kültürlerde tabu; bu inkarcı yaklaşım, tasarım içgüdülerimizi de şekillendiriyor. İşte bu noktada Levy, mekanların ve nesnelerin farklı bedenlere nasıl uyum sağladığını (veya sağlayamadığını) irdeleyerek engellilik ihtimalinin gölgede bırakıldığı tasarım anlayışını açığa çıkarıyor. Kendi ailesinde yaşanan sağlık sorunlarından etkilenmesi de kişisel olandan evrensele uzanan bu damarları daha da görünür kılıyor.
Levy’nin pratiğinde karşıtlık ve dönüşüm merkezi kavramlar: arzu ile tiksinti, kırılganlık ile dayanıklılık, bedensel kaygı ile estetik haz sürekli birbirine çarpıyor. Silikon ve cam gibi malzemelerle çalışırken kontrolü kısmen malzemenin kendisine bırakıyor; böylece belirsizlik, işlerinin dokusuna siniyor. Zanaatkarlığa verdiği önem, el işçiliğiyle deneysel form araştırmalarını buluşturuyor. Bu yönleriyle Levy’nin pratiğini, beden farkındalığı, belirsizlik ve mekanın biçtiği roller üzerine düşünen çağdaş sanatçılar, örneğin Wynnie Mynerva ya da Anna Uddenberg, ile aynı geniş tartışma alanı içinde görmek mümkün.
Kendisiyle yaptığımız sohbette, bizzat isimlendirdiği “tasarım arafı” kavramından yola çıkarak işlerinin dijital belgelenme süreçlerinden, pençelere olan ilgisinden ve mekanla kurduğu ilişkiden söz ettik.
Küratöryel açıdan son dönemde belirsizlik üzerine düşünüyor, onu bir koşul, bir araç ve bir sonuç olarak ele alıyorum. Senin pratiğin de belirsizlikle katmanlı ve karmaşık bir ilişki kuruyor. Senin kişisel ilişkin nasıl? Onu daha çok sezgisel mi, korku dolu mu, yoksa düşünsel mi ele alıyorsun?
İşim belirsizlikle yakından ilişkili çünkü belirsizlik yaşamın ayrılmaz bir gerçeği; varoluşun tüm boyutlarını etkiliyor. Daha özelde ise belirsizliği “bedene sahip olmak” üzerinden düşünüyorum. İnsan bedenine sahip olmanın evrensel deneyimlerinden biri, o bedenin içinde huzursuz, endişeli ya da dengesiz hissetmek. Bu duygular ister kısa süreli ister kalıcı olsun, bana göre evrensel. Ben de işlerimde bu hisleri, malzemeyle kurulan doğrudan ve fiziksel bir etkileşim üzerinden çağırmayı umuyorum. Sonuçta hepimiz bu belirsizlikleri bir şekilde yaşıyoruz.
İşlerin sık sık basında yer aliyor, sosyal medyada paylaşıliyor; ama asıl etkisini birebir deneyimlendiğinde, yakından bakıldığında gösteriyor. Dijital görünürlük ile fiziksel varlık arasındaki gerilimi nasıl yönetiyorsun?
Pek çok işim aslında malzemenin kendi gerilimleri üzerinden çalışıyor. Silikon ya da cam, metal bir parçanın üzerine geriliyor, çekiliyor ya da bastırılıyor; zamanın içinde sıkışmış, bedensel anlar yaratıyor. Bu etkiyi en güçlü biçimde bence ancak yakından hissedebilirsiniz. Ayrıca işin ölçeği de önemli: kimi zaman bir mobilya ¾ oranında küçülüyor, kimi zaman orijinalinden çok daha fazla büyüyor. Yine de işimin çoğu dijital görüntüler üzerinden görülüyor, ben iş yapmaya başladığımdan beri bu böyleydi. Artık, ister istemez, bir heykel yaparken aklımın bir köşesinde bu var; ama fiziksel varlık her zaman odakta. Sadece, yıllar içinde işlerimin nasıl belgelendiği konusunda oldukça seçici hale geldim. Bir heykelin hangi açılardan en doğru temsil edildiğini hızla seçebiliyorum.

Hannah Levy Untitled, 2021 Nickel-plated steel, silicone 68 x 74 x 74” / 172.72 x 187.96 x 187.96cm© Hannah Levy. Courtesy the artist and Casey Kaplan, New York. Photo: Michael Tropea
Heykellerin sıklıkla referanslarla dolu, tıpkı medikal ekipman gibi insan yapımı formları, kuş pençeleri gibi doğadan alınmış motiflerle harmanlıyorsun. Bu tür bir karşıtlık senin görsel diline ya da adını verdiğin “tasarım arafı”na ne katıyor?
Ben tasarım referanslarının bir araya geldiği, tuhaf bir karışım gibi duran nesneler yaratmayı seviyorum. Görsel olarak tanıdık ama yine de tam olarak yerleştirilemeyen işler yapmak istiyorum. Bu tanıdık ama yabancı kombinasyon, “uncanny” dediğimiz hisle oynamamı sağlıyor. Referanslarım geniş; doğa ya da insan yapımı arasında çok net bir ayrım yapmıyorum. Mesela pençelere olan ilgim doğrudan doğadan değil, pençeli ayak motifine sahip küvetlerden çıktı, insanların antik Mısır’dan beri mobilyalara hayvan pençesi eklediğini keşfetmekten. Öte yandan kuşkonmaz, hem biçimsel özellikleri, hem sanat tarihindeki natürmort resimlerdeki yeri, hem de tüketildikten sonra bıraktığı tuhaf ve kalıcı koku nedeniyle işlerimde tekrar tekrar dönüyor.
2022 Venedik Bienali’nde işlerinden biri devasa bir şeftali çekirdeğinin mermerden yapılmış kopyasıydı, el işçiliği geleneğiyle ilişkili bir malzeme, ama aynı zamanda içinde siyanür barındıran, karanlık bir mizah da taşıyan bir nesne. İşlerinde bu tür beklenmedik ve rahatsız edici sürprizlere sık rastlıyoruz. Bu fikirler nereden geliyor? Onları toplamak için bir sistemin var mı?

Hannah Levy, invited to the 59th International Art Exhibition of La Biennale di Veneziacurated by Cecilia Alemani. Courtesy La Biennale di Venezia, Photo: Marco Cappelletti
Açıkçası bir sistemim yok. Çoğunlukla not defterlerime yazarım, telefondaki notlar uygulamasına kaydederim ya da ekran görüntüsü alırım. Belki bir sistem iyi olurdu ama ben örgütlenmeye direnen biriyim. Çoğu zaman rastgele bilgi kırıntıları, imgeler ya da şekiller bilinçaltımda bir yerlerde kalıyor. Sonra bir sergi için onları hatırlamak ya da nereden geldiğini bulmak, masaüstümdeki karmaşanın içinde ya da yıllar içinde birikip hem evime hem stüdyoma dağılmış defterlerimin arasında küçük bir yolculuğa dönüşüyor.
Sergileme konusunda gibi nötr mekanları mı, yoksa Massimo De Carlo gibi karakter sahibi mekanları mı tercih ediyorsun? Sence avantajları ya da limitleri neler?
Her zaman içinde sergi yaptığım mekânı iş için bir çıkış noktası olarak görürüm. Bu bazen geleneksel beyaz küp mekanının boyutları ya da biçimiyle, bazen daha farklı özelliklere sahip bir alanın sunduğu meydan okumayla ilgili olabilir. Net bir tercihim yok. Örneğin New York’taki Casey Kaplan’daki ilk sergimde, girişin dar ve uzun koridorunu büyük avizeler asarak kullandım. Geçen yıl Massimo de Carlo’daki sergide ise mevcut yeşil duvarlarla uyumlu yeşil halı döşeyerek mekânı heykellerim için adeta bir mücevher kutusuna çevirmeye çalıştım. 2021’de Chicago Arts Club’daki sergide ise siyah granit zeminlerin ayna etkisini işin bir parçası haline getirdim.
Fotoğraf: Hannah Levy,Buldge, MASSIMODECARLO, London, May 23 – June 22, 2024. Courtesy the artist and MASSIMODECARLO, Photo by Robert Glowack
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Contemporary Istanbul 2025: 20. yılda öne çıkan standlar ve işler