Seyahat

Kendine Ait Bir Kaçış

Bugün birçok kadın için “escapism”in sağladığı motivasyon aslında şu: Woolf’un odasının çağdaş bir uzantısı olarak, beklentilerden arınmış bir zaman.

Hani “deliye her gün bayram” diye bir laf var ya—tatil de biraz öyle bence, bir kafa yapısı. Bunu geçenlerde sokakta eski sevgilimle karşılaştığımda fark ettim. Medeni eski sevgililer gibi selamlaştık, birbirimize hal hatır sorduk. “Nasılsın, neler yapıyorsun?” dedi. Ben de “Keyfim yerinde valla, yarın tatile gidiyorum” diye cevap verdim. O da hiç sektirmeden, “Tatil deme şuna, tatil yapacak kadar çalışmıyorsun, seyahate çıkıyorum de” dedi. İçimden “işte bu tarz görüş ayrılıkları yüzünden ayrıldık” dedim, dışımdan “Tamam tatlım, öpüyorum” deyip günüme devam ettim.

Ben tatil insanıyım. Mutsuz olduğum zamanlarda elim önce havayolu uygulamalarına gider. Hatta bazen almayacağımı bildiğim biletlere rezervasyon yaparım ki, 48 saatliğini bile de olsa bir yerlere gideceğime inanabileyim. Bu dürtüye “escapism” deniyor. Yani kaçışçılık. Escapism, en basit haliyle, kişinin düşünerek, okuyarak ya da heyecan verici ama çoğu zaman imkansız hayallerle meşgul olarak sıkıcı ya da tatsız bir gerçeklikten uzaklaşma eğilimi olarak tanımlanır. Fakat bu kavramın altında çoğu zaman küçümseyici ve negatif bir ton gizlidir.

Bunun sebebi de “kaçmak” isteyen kişilerin bunu mutsuz oldukları için yaptıkları algısı. Yani kaçmalarının sebebi dünyayla anlamlı bir bağ kurmakta isteksiz ya da yetersiz olmaları ima ediliyor. Nitekim Oxford İngilizce Sözlüğü’nün escapism tanısı da bu noktaya değiniyor ve kaçışçılığı “genellikle katlanılması gereken durumlardan uzaklaşmak için dikkat dağıtıcı şeyler arama eğilimi ya da bunu alışkanlık hâline getirme” olarak tanımlıyor.

Halbuki kaçışçılık her zaman birinin etrafındaki dünyayla bağ kurmaktan kaçınması ya da bunu başaramaması anlamına gelmiyor; bazen bu tam tersine bir hayatta kalma yöntemi de olabiliyor. Özellikle kadınlar için bu “kaçış” çoğu zaman bir hayali değil, bir tür varoluş mücadelesini simgeliyor.

Kaçan kişi sorumsuz değildir, gerçeklerle yüzleşebilmek için hayallerden güç alan kişidir. Kaçışçılığa yönelik bu olumsuz bakışa direnen isimlerden biri de meşhur fantezi romanları serisi Narnia’nın yazarı C.S. Lewis. Biraz esprili bir bakış açısıyla “Kaçışın düşmanları genelde gardiyanlardır” diyerek bu görüşe karşı çıkan Lewis, kaçışçılığın ölçülü kullanıldığında hem zihni tazeleyebileceğini hem de hayal gücünü genişletebileceğini savunuyor. Benzer şekilde, J.R.R. Tolkien de fantastik edebiyatta kaçışçılığı, gerçekliğin ikincil (hayali) bir dünyada yaratıcı bir ifadesi olarak değerlendiriyor.

Cesaret, tek başına yeterli değil

Kaçmak—ya da daha nötr bir ifadeyle, yer değiştirmek—herkesin eşit erişimi olan bir imkân değil. Bugün bir kadının yer değiştirmesi, sadece zaman ya da cesaretle değil; ekonomik koşullarla, pasaport gücüyle ve sahip olduğu sosyal sermayeyle de doğrudan ilişkili. Kaçabilen kadının bir ayrıcalığın içinden konuştuğunu inkar edemeyiz. Kaçamayan ise çoğu zaman hem fiziksel olarak hem de duygusal olarak sıkışıp kalır. Bu nedenle “kaçış” bir lüks olmasa bile, mutlaka sınıfsal katmanlara sahip bir eylemdir.

Üstelik kaçabilen kadın için bile bu özgürlük, kültürel normların ağırlığından muaf değil. Kaçışın maddi koşulları sağlansa bile, toplumsal yargılar kadınların omzunda yük olmaya devam eder. Kültürel kodlar değişiyor gibi görünse de, bir kadının yalnız başına seyahate çıkması toplumsal bellekte tam anlamıyla yerini bulmuş değil. Yalnız başına otelde konaklayan, ya da restoranda yemek yiyen bir kadına merakla—hatta kimi zaman kuşkuyla—bakılıyor. Aynı hareketi yapan bir erkeğe ise genellikle statükonun sunduğu güven kredisi veriliyor. Kimse yalnız seyahat eden bir erkeği sorgulamazken söz konusu bir kadınsa ya terk edilmiş, ya da bir şeylerden kaçıyor olduğu düşünülüyor. Çünkü toplum hala kadını bir ilişkide, bir ev içinde, bir bağlamla tanımlamaya meyilli. Oysa birçok kadın için seyahat yalnızca fiziksel değil; içinde bulunduğu sosyal normlardan, beklentilerden ve rollerden de bir kaçış anlamına geliyor. Tatil anlamına geliyor.

Bu yazıyı da işte tam böyle bir nefes alma amacıyla gittiğim, üç günlük bir Cunda kaçamağında yazıyorum. Gidiş yolumuzda, psikiyatri profesörü olan babamla bu “kaçış” meselesi üzerine sohbet ediyorduk. Tabii ki onun escapism’in psikolojik boyutlarıyla ilgili birkaç fikri vardı.

Psikolojide kaçış davranışı genellikle stresle başa çıkmanın duygu odaklı bir yolu olarak görülüyor. Yani, kişi karşılaştığı zorlukla doğrudan yüzleşmek yerine kendini duygusal olarak korumaya çalışıyor. Ama bu her zaman pasif bir kaçış değil, bazen ise sadece bir mola. Norveçli psikolog Frode Stenseng escapism’i ikiye ayırıyor: bastırıcı ve geliştirici kaçış. İlki, insanın kendinden kaçmak için yaptığı şeyleri kapsıyor; öteki ise kendini keşfetmek, duygusal olarak büyümek için yapılan kaçışları. Ne zaman, neye ihtiyaç duyduğumuza göre bu iki hal arasında gidip geliyoruz. Yani kaçmak bazen bir zayıflık değil, aksine kişinin kendiyle kurduğu en dürüst temas olabiliyor.

Woolf’un odasının çağdaş bir uzantısı

Feminist literatürün temel metinlerinden biri olan Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı, kadınların hem maddi hem de sembolik anlamda kendilerine alan açma ihtiyacını ele alan bir başyapıt. Woolf, bir kadının yazabilmesi için paraya ve kendine ait bir odaya ihtiyacı olduğunu savunurken, aslında yalnızca edebiyata değil, kadınların sanatsal ve entelektüel üretimden sistematik olarak dışlandığı yapısal eşitsizliklere de ışık tutuyor. Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da savunduğu şey, sadece bir fiziksel mekan değil; kadının düşünme, üretme, ve var olma hakkı. Maddi güvence ve sessizlik içinde geçen zaman—yani yaratıcı özgürlük için gereken iki temel unsur—Woolf’un deyimiyle bir odadan çok daha fazlasını temsil ediyor.

Bugün birçok kadın için kaçışın motivasyonu da aslında bu: kendine ait bir alan, beklentilerden arınmış bir zaman. Escapism, bu anlamda Woolf’un odasının çağdaş bir uzantısı gibi okunabilir. Kadının yalnız seyahate çıkışı, bir sahil kasabasına sığınışı ya da bavulunu sadece kendisi için toplaması—hepsi birer geçici “oda,” yani sadece kendine ait, sadece kendisiyle dolu bir alan yaratma çabası. Feminist kuram da bu kaçışları yalnızca bireysel bir ihtiyaç olarak değil, ataerkil düzenin biçimlendirdiği rollerden bir tür geri çekilme ve direniş biçimi olarak değerlendiriyor. İşte tam da bu yüzden, kadınların yalnız seyahati ya da geçici kaçışları birer tatil değil; duygusal emeğin, normatif mutluluk baskısının ve ilişkisel sorumlulukların dışında, sadece kendine ait bir varoluş alanı açma çabasıdır.

Cunda dönüşü arabada babama yazımı okudum. “’Deliye her gün bayram’ ile mi başlayacaksın gerçekten?” diye burun kıvırdı. “Âvâre gönül, durmaz akar her menzile’ diye girsen daha şiirsel olurdu,” dedi. Belki haklıydı. Ama sonra düşündüm: kelime seçimlerimi beğenmeyen ilk erkek değil o. Eski sevgilim “Tatil deme, seyahat de” diyordu. Babam ise “Deli deme, âvâre gönül de.”

Ama ben “Deliye her gün bayram, bana da her seyahat tatil” demeyi seçiyorum ve kendime yarattığım bu alanda bana da her seyahat tatil demeyi seçiyorum ve kendime yarattığım bu alanda var oluyorum. Çünkü kaçmak bir zayıflık değil, kendi sınırlarını çizen bir eylem. Erkeklerin dilini düzelttiği değil, kadınların kendini yeniden kurduğu bir yer. Bazen üç günlük bir Cunda kaçamağı, bazen bir uçak bileti rezervasyonu, bazen de “Tatil deme” diyen birine “Tatil çünkü ben öyle hissediyorum” diyebilmek. Bu yazı da benim odam; kaçışla, kavrayışla ve kendime ayırdığım bir parça zamanla örülmüş bir alan. Ve eğer bu alan biraz da politikse, ne güzel.

Kapak / Fotoğraflar: Can Büyükkalkan @canbuyukkalkan
Moda Editörü: Atahan Küçükatalay @atahankucukatalay

İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Taliban, Afganistan’da kadınların şarkı söylemesini ve yalnız seyahat etmesini yasakladı

Marie Claire Bülten

Stil ve düşüncenin buluştuğu bu evrende; sezonun öne çıkan görünümleri, radarımıza giren kitaplar, editörden notlar ve kültürel dünyamıza heyecan katan detaylar e-posta kutunda seni bekliyor. Marie Claire evrenine katıl, kendine iyi gelenleri kaçırma.