Popüler kültürün tahakkümü skandalları meşrulaştırma ve unutturma konusunda büyük yol kat etti: yeni albüm, yeni turne, yeni reklam kampanyası. Hiçbir şey olmamışçasına dinleyicilerinin para kazandırdığı kadın düşmanları, istismarcılar, skandal isimler… Herkesin bildiği fakat kimsenin sorumluluk üstlenmediği bir konu. Justin Timberlake’ten Beyoncé’ye uzanan bu hikayede asıl soruyu Björk’e selam göndererek soruyoruz: Sizin çizginiz nerede? Ve evet, bu soru yalnızca global sahne için değil, ülkemizde yakın zamanda köpüren ifşa dalgasıyla yüzümüze daha da sert çarpıyor.
Not: Bu yazıyı kaleme aldıktan sonra Türkiye’de de güçlü bir #MeToo dalgası başladı. Kadın+lar, kültür ve sanat sektöründe yer alan şiddet ve taciz faillerini ifşa etmeye başladı. Bu ifşaların arasında bazı müzisyenler de mevcut, kimini zaten biliyorduk, kimi yeni eklendi. O yüzden bu yazı yalnızca küresel sahneye değil, içeri de bir gönderme niteliğinde artık.
Artık bazı müzisyenleri dinleyemiyorum. Bu ani verilmiş bir karar değil, aksine yıllardır sahip olmaya çalıştığım ahlaki bir duruş. Belki üzerinden biraz zaman geçti ama düşünmek için insanın zamana ihtiyacı olabiliyor, hatırlatalım: Organizasyon ve saha krizleriyle gündemimize düşen Justin Timberlake’in 30 Temmuz konserine dair haber ve eleştiri yazılarını dikkatle takip ettim. Britney Spears’a yaşattıkları, eşi Jessica Biel’ı aldattığına dair haberler, kamuoyu önünde defalarca tartışılmış manipülasyon ve mizojini mevzuları ve son alkollü araç kullanma skandalı hafızalardaki yerini koruyor. Peki tüm bunlara rağmen nasıl oluyor da bu insanın konserine binlerce insan akın edebiliyordu?
İçindekiler
Politik hafızamız bu kadar hızlı mı değişiyor?
2004 Super Bowl devre arası performansı esnasında, sahnede Justin Timberlake’in kostümünün bir parçasını çekmesiyle Janet Jackson’ın memesi milyonlarca insana canlı yayında görünmüştü. “Gardrop arızası” olarak kayda geçen bu olayın bedelini Janet Jackson tek başına öderken, kendisinin kariyerine uzun yıllar gölge düşüren bu olayda Timberlake’in yoluna hiçbir şey yokmuşçasına devem edip ödüller kazanması, hiçbir şey olmamış gibi parlatılması ise unutulamayacak bir aklanma hikayesiydi.
Karakterinin beş para etmezliğini bildiğimiz, üstelik yaptığı hiçbir şey için pişmanlık duymadığını belirten Justin Timberlake’in İstanbul konserine yine de binlerce insanın gittiğini gördük—yakın çevremiz dahil. Bu hikayelere yıllarca magazin haberlerinde ve sosyal çevremizde maruz kalmışken hafızalarımızın bu kadar kısa süreli olduğunu düşünmek naif olacaktır. Yaşananları unutmuyoruz fakat gerçekleşen hiçbir şey davranışlarımızın değişmesine engel olamıyor. Organizasyon şirketinin kimlerle ilişkilerinin olduğu, birkaç ay öncesine kadar birtakım konserlerin iptali için gösterilen sert tepkiler ve bir zamanlar dilimizden düşüremediğimiz satın alımı durdurma konusuna girmeyeceğim. Fakat belirtmeden de edemeyeceğim, hayatı durdurma iradesi sadece işimize geldiğinde mi devreye giriyordu? Nasıl oldu da ön sıralarda bayrak sallayanlar böyle bir organizasyonun parçası olmayı seçti? Elbette hepimiz orada neler olduğunu biliyorduk.
Müzik sektöründe mizojini: Bedeli ne oluyor?
Bu JT ile sınırlı bir konu değil elbette. Dönemimizin “müzikal deha”larından saydığım Kanye West’in Trump destekçiliği, Julia Fox skandalı ve Nazi söylemleri; Drake’in kadınları objeleştirerek küçük düşüren şarkı sözleri; Chris Brown’ın Rihanna’ya uyguladığı şiddet; Ibrahim Maalouf’un delil yetersizliğinden düşen cinsel saldırı davaları… Liste uzayıp gidiyor. Diddy örneğinde tablo daha da çarpıcı: 2023’te yayınladığı The Love Album: Off the Grid albümü sonrası hakkında açılan insan ticareti ve cinsel saldırı davaları yüzünden kariyeri fiilen durmuş olsa da albümünün dinlenme rakamlarında artış görülüyor.
Ve Beyoncé… Diddy’nin Freak Off partilerinde eşi Jay-Z ile ismi geçen ve sektördeki güç ilişkilerinin odağında olan günümüzün divası, tüm bu tartışmaların gölgesinde 2025 Grammy ödüllerini toplarken adeta şu mesajı veriyordu: “Bana hiçbir şey olmaz.” Rekorlar kırıldı, alkış tufanı koptu, skandal haberler ise bu alkışların altında görünmez oldu. Hemen ardından gelen Cowboy Carter turnesi ise sistemin bu dokunulmazlık hissini nasıl parlatıp sattığının da göstergesiydi. “Kadın bir sanatçı” olmasının onu tabiatıyla feminist bir ikon yapmadığını da hatırlatmakta fayda var. İktidar ilişkileri değişmezken yalnızca temsilin yüzü değişiyor. Yaz boyu sosyal çevremizde de gördüğümüz, herkesin coşkuyla bu turneye gitmesi ve övgü dolu paylaşımlar yapması sadece sanata değil, aynı zamanda bütün tartışmaların üzerini örten kolektif bir unutmaya da işaret ediyor.
Rap kültürü: Irk mücadelesinden patriyarka polisliğine
Bu durum rap kültüründe daha keskin olarak yansıtılıyor. Hip-hop’ın tarihsel bağlamında sınıf ve ırk mücadelesi üzerinden önemli bir bağlamı olsa da mizojini şarkı sözlerinde artık dikkat dahi edilmeyen bir norm hâline gelmiş durumda. İçerik analizleri, rap şarkılarında %22–37 oranında doğrudan kadın düşmanlığı içerikli sözlerin bulunduğunu gösteriyor. Kadınlar “trophy” (ganimet), “bitch” (orospulukla damgalanan figür) ya da sadece cinsel birer obje olarak anlatılıyor. Üstelik bunu sadece “kötü çocuk” imajıyla bilinen sanatçılar değil, sevdiğimiz, saygı duyduğumuz isimler de yapıyor.
bell hooks’un yorumu ne olabilirdi?
Sözlerini ezbere bildiğim bazı şarkılar, aslında bana da zarar veren bir söylemi tekrar ediyor. Bu bir çeşit “celladını sevmek” olarak tanımlanıyor: dinleyici, kendisini yok sayan veya aşağılayan bir anlatıya maruz kaldığında o anlatıyı eleştirmek yerine ona sadakat geliştiriyor. Popüler kültürün en güçlü meşruiyet mekanizmalarından biri bu. bell hooks bu meseleye daha geniş bir perspektiften yaklaşıyor. hooks, hip‑hop sanatçılarının özellikle ahlaki açıdan daha fazla sorgulanmasını bekleyen bir kültürde mizojininin “rap”te öne çıkarılması kadar cezasız kalmasının da Amerikan popüler kültüründeki yaygın kadın düşmanlığının bir tezahürü olduğunu vurguluyor. Burada kritik tespit şu: Rap’teki mizojini yalnızca birkaç sanatçıya mal edilemez; o, daha büyük sistemin sıradanlaştırmaya çalıştığı bir sorundur.
Elbette bu durum yeni değil. Miles Davis, Michael Jackson, James Brown… Yıllardır bilinen ve tartışılan örnekler bunlar, listenin ne başı ne sonu var. Yani mesele sadece günümüzün skandal dolu yıldızlarıyla sınırlı değil. Büyük sanatçılar olarak bildiğimiz, müzikal mihenk taşlarımızın da birçoğu sorunlu.
Ve işte tam burada rahatsız edici bir paradoks çıkıyor: Ne yapacağız?
Hayran kültürü psikolojisi ve tüketim toplumu
Hayranlık, bireysel bir estetik zevkten çok daha fazlası, bir aidiyet meselesi. Bir sanatçıyı sevdiğinizde onun hatalarını görmezden gelmek çoğu zaman bir “grup bağlılığı” refleksine dönüşüyor. “O şarkıyı dinlemeye devam edersem kötü biri miyim?” sorusu kolayca “Ben sadece müziğini seviyorum” cevabıyla bastırılıyor.
Bu refleks, modern tüketim toplumunun alışkanlıklarıyla da birleşiyor. Çünkü bir konser sadece bir etkinlik değil; sosyal medyada paylaşılan bir anı, kimlik inşasının bir parçası, deneyim ekonomisinin bir unsuru. Bir sanatçının konserine gitmek, bir ürün satın almak kadar basit bir tüketim eylemine indirgeniyor. Etik rahatsızlıklar ise bu tüketim anında kolayca bastırılıyor. Bir sanatçının kim olduğu değil, bize hissettirdiği anı satın alıyoruz.
Claire Dederer, Monsters: A Fan’s Dilemma kitabında sanatçıların kişisel ahlaki çöküşleriyle eserlerine duyduğumuz hayranlık arasındaki çelişkiye odaklanıyor ve şu soruyu soruyor: “Sanatçının yaptıkları, eserine olan sevgimizi nasıl etkiler? Etkilemeli mi?” Dederer, bu soruya net bir yanıt veriyor ve aksine bu ikilemin kesin bir çözümü olmadığını kabul ediyor: “Sanatçıyla eserini yan yana gördüğümüzde ne yapacağımız sorusunun iyi bir cevabı ya da kötü bir cevabı yok; sadece iki eşit derecede yetersiz cevap var ve hangisini kabul edebileceğimize biz karar veriyoruz”. Ben biraz daha radikalim belki artık: Sanatı sanatçıdan ayırmaya çalışmak çoğu zaman bir vicdan kolaylığıdır, bedelini ise mağdurlar ve görünmezleşen suçlar öder.
Bu yazıyı kaleme aldıktan bir süre sonra Türkiye’de tekrar güçlü bir #MeToo dalgası başladı. Kadın+lar kültür sanat sektöründe bulunan şiddet ve taciz faillerini ifşa etmeye başladı. Dar bir liste de olsa müzisyenler de bu ifşaların arasındaydı. Daha önce duyduğumuz, bildiğimiz ama unutulan isimler yeniden gündeme geldi. Bazıları, yaptıklarına rağmen konserleri sold out olan, hala konserler verebilen, elini kolunu sallayarak aramızda dolaşabilen müzisyenlerdi. Hakikaten, bunların hepsini biliyorduk da neden hala dinliyorduk bu insanları?
Tepki tabiatıyla en yakınımızdan başlayarak büyür. Destek buldukça genişler. Fail aramak için dışarı bakmaya ise hiç gerek yok. Fakat aynı şeyi soruyorum ısrarla: Sınırlarınız nerede başlıyor?
Yakın çevremizde gördüğümüz bir şiddet failine tepki vermekle global ölçekte milyonların takip ettiği bir yıldızı reddetmek arasında ilk bakışta büyük bir fark varmış gibi görünebilir. Naçizane görüşüm aynı olduğu üzerine: tepkinin öznesinin ne kadar küçük ya da büyük olduğunun hiçbir önemi yok. Bir arkadaşımızı, sevdiklerimizi “onun konserine gitme, şiddet faili o” diye uyarmak da, küresel ölçekte milyonların alkışladığı bir sanatçıyı dinlemeyi reddetmek de aynı zincirin halkaları. Ve her bir halka, kolektif körlüğü kırmak için atılmış küçük ama vazgeçilmez bir adım.
Normalleştirme, unutkanlık ve “Benim etkim ne ki?”
Mesele tek tek müzisyenlerin ne yaptığı değil, bu davranışların nasıl meşrulaştığı. Bizim unutkanlığımız ve “benim etkim ne ki?” tavrımız, bu olayların normalleşmesinin ve artmasının yolunu açıyor. Zira endüstri, dinleyicinin tepkisizliğini bir onay olarak görüyor. Bir sanatçının şiddet geçmişi ya da kadın düşmanı söylemleri birkaç gün konuşuluyor, ardından yeni bir albüm ya da yeni bir turne geliyor ve konu kapanıyor. Bu konuların PR kampanyası olarak dahi kullanıldığına şahit oldu bu gözler.
Hayranlık, bu noktada sadece bireysel bir beğeni değil, kolektif bir körlük hâline geliyor. Beyoncé’nin Grammy ödülleri ya da Cowboy Carter turnesinin başarısı, sanatın gücünün yanında bu körlüğün de bir tezahürü. Tıpkı Kanye’nin Nazi söylemlerine rağmen dinlenmeye devam etmesi ya da Chris Brown’un hâlâ turnelerinde rekorlar kırması gibi… Biz bildiklerimizi unuttukça olan biten meşrulaşıyor.
Benim yanıtım net: Artık bu konserlere gitmiyorum, bu müzikleri dinlemiyorum ve bu endüstriye katkıda bulunmayı reddediyorum. Çünkü alkışladığım anda kendi değerlerimi susturmuş oluyorum. Ve belki bu, bireysel olarak dünyayı değiştirdiğim anlamına gelmiyor. Ama biliyorum ki normalleştirdiğimiz ve unuttuğumuz her şey, bu olayların meşrulaşmasının ve artmasının yolunu açıyor. Ezcümle, Britney’nin yanındayım. Özür dilemeyen cis-hetero bir adamın hala el üstünde tutulmasına ve sektörde yüceltilmesine ortak olmuyorum. Suçları halının altına süpürülen, hangi bedeli ödetirse ödetsin hep dört ayak üstüne düşen sanatçıların kasasını doldurmayı reddediyorum. Ve maalesef JT konserine gerek sanatçının gerek organizasyonun kusurlarına rağmen gidip ardından mağduriyet yaşayan kimseyle empati kuramıyorum.
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Referansların yılı 2025: FKA Twigs ve Addison Rae