Seyahat

Neden hiç kimse olmak için seyahat ederiz?

“Neden seyahat ediyorum?” sorusuyla başlayıp, tavsiye vermeden yalnızca deneyimlerimi paylaşmaya çalışacağım. Doğup büyüdüğün ülkede sadece kendi oluşturduğun kimlikle değil, başkalarının seni kim olarak gördüğüyle de yaşıyorsun. “Umursamıyorum” diyenlerin bile, “başkaları ne der?” diye büyütüldüğümüz bir ülkede bunu hissettiğini düşünüyorum.

Mesela ailemle birlikteyken sahilde giydiğim bikini türünden, İstanbul’da korkarak geçtiğim bir sokakta eteğimin boyuna; Doğu seyahatinde saygıdan dolayı taktığım eşarba kadar farklı ve içinde bulunduğu ortama uyum sağlamaya çalışan kişiliklerim var. Şikayetçi değilim; sadece uyum sağlamaya çalışıyorum aslında.

Neredeyse çocukluğumdan beri,18 yaşımdan önceki başarısız girişimlerimi de sayarsak, uzun yıllardır sosyal medyada var olduğum bir işim var. Kimi zaman utandığım, kimi zaman da beni bugün olduğum noktaya getirdiği için minnettar olduğum bir internet ayak izim… Bu da, büyüdükçe topluma daha çok uyum sağlamaya; eleştirilmek istemediğim için duygularımı eskisi kadar paylaşmamaya itti. Çünkü giydiğim bir kıyafet ya da her an değişebilen fikirlerim, yıllarca aynı sebeplerle eleştirilmeme yol açtı. Bu da beni farklı şekillerde uyumlanmaya zorladı.

“Deli”, “ahlaksız”, “bilinçsiz”, “aptal”, “şişko” gibi sıralayabileceğimiz birçok sıfattan kaçmak için de uyum sağladığım oldu. Bunları neden anlatıyorum? Çünkü seyahat etme amacım, sorunlarımdan kaçmak değil; uyum sağlamak yerine kendim olduğum yerleri keşfetme arzusuna dönüştü.

Her ülkede, başkalarına göre değil, o an ne hissediyorsam “o” kişi olarak yaşayabilmek hayatta bana en çok ilham veren şey haline geldi. Birçok büyük şehirden çok fazla ilham aldım ve bu da beni tanışık olduğum bir yarışın içine itti. Bu yarış her zaman iyi hissettirmez; ama oradan aldığın ilham, yaptığın işi daha iyi yapmaya iter. Dünyada seninle aynı işi yapan ve senden çok daha iyi olan insanlarla aynı noktaya gelme çabası… Kendini böyle bir yarışın içinde buluyorsun. Şehirlerin böyle bir büyüsü var. İzlediğin onlarca filmin ve dizinin çekildiği yerlerde, kendi hayatının başrolü olmak ve işinde en iyisi olmak istersin. İstanbul’da da böyle, New York’ta da.

İzmir’den İstanbul’a taşındığımda hissettiğim şeyin başka bir boyutunu İstanbul’dan New York’a gidince yaşadım. Rekabetin zorlaşması, o kocaman dünyanın içinde küçülmen… Ama “başardığında kazanacağın şeylerin o denli artacağı” hissi de sana sürekli satılıyor. Aslında şehir değil; kapitalist sistem bu duyguyu bize satıyor. Belki de hiçbir zaman olmayacak bir şeyi, bir hayali, ve o hayali gerçekleştirmek için o yolda cebini doldurduğun insanlara hizmet etmeyi satıyor.

Ben başka ülkeleri gördükçe, farklı dünyaları keşfettikçe hayatta istediğim her versiyonum olabileceğime daha çok inanmaya başladım. Bazı yerler hayal kırıklığı yaratınca da bu dünyaya olan inancımı kaybettim. Zaten bu sistemin bozukluğu ve inançlarımın yıkılması konusunda, ülkem sayesinde fazlasıyla antrenmanlıyım.

Kendi hayatımın başrolü olduğum, güzel kıyafetlerle “o” güzel restoranlara gittiğim, harika müzeler gezdiğim dünyanın en iyi şehirlerinden sonra, asıl ilhamımın ve kendimi bulduğum anın gelmesine çok az kalmıştı. Bize büyürken hep bir yarışı kazanmamız ve para kazanmamız gerektiği öğretildi. Üniversite seçimlerimizi bile “hangi bölümde daha fazla para kazanırız?” yönlendirmesiyle yaptık. Sistem buydu. Kimse bize “beni bu hayatta en mutlu eden şey ne?” sorusunu sormayı ya da “hayal nasıl kurulur?” bunu öğretmedi. Belki de kimse gerçekten bunu istemedi.

Ben bu sorunun cevabını ararken, dünyaya olan inancımı yitirdiğim için kendimi kendi hayal dünyamda yaşarken buldum. Cevapların hepsini de ülke ya da şehir fark etmeksizin, doğada buldum. Şu an Bali’deyim ve yukarıda yazdığım her şey, aslında deneyimlerimi aktarmaya ve dünyayı nasıl gördüğümü anlatmaya çalıştığım belgeselimin bir dışavurumu.

Fark etmek ve gözlemlemek için seyahat ediyorum. Yıllardır “paylaşmaya değer” bulmadığım o fikirlerimin her gün değişebilmesi için seyahat ediyorum. Kaydetmek ve büyüdüğümü görmek için seyahat ediyorum. Keşfetmek için. Ne kadar kişiye anlatsam belki çoğu inanmayacak ama birilerine ilham olabileceğini düşündüğüm için anlatıyorum aslında.

Ucuzluk satan reels’lere inanmamanızı öneriyorum. Lüks tatil kavramını bir kenara bırakıp, küçük bir oda kiralayıp Bali’nin popüler olmayan bir köyünden yazıyorum bu satırları. Reklamları yapılan otellerin bir günlük odasıyla aynı fiyata, bir aylık oda tutmak mümkün. Bunun tek şartı, bağımlısı olduğumuz sistemin bize sattığı sözde “lüks” yerine doğanın sunduğu gerçek lüksü tercih etmek. Bu lüks dediğim şey ise: kendinize gerçekten neyin sizi mutlu ettiğini sormak için alan açmak. Ben doğada tam olarak bunu buldum. Kendimi, sevdiklerimi, “başkaları bir şey söylemeseydi Sude ne yapardı?” sorusunun cevabını buldum. Kafandaki sorulara cevap buldukça yeni sorular geliyor. Bir sistemin içinden kafanı kaldırıp gerçek dünyaya bakmadıkça, yeni sorular keşfetmek bile imkansızlaşıyor.

Bu yazı nereye varacak bilmiyorum. Devamı için sizi heyecanlandırmalı mıyım yoksa daha fazla mı yazmalıyım, onu da bilmiyorum. Arkadaşım seyahat üzerine bir yazı yazmamı istedi ama ben size otel ya da destinasyon öneremem. Çünkü size materyalist dünyaya ait bir şey satmak istemiyorum. Sadece birinin kendisi için küçük bir karar almasının mümkün olduğunu göstermek istiyorum.

İnsanların size söylediği kişi değilsiniz. Kendi ülkenizde sıkıştığınızı düşündüğünüz yer değilsiniz. Olmak istemediğiniz insan hiç değilsiniz. “Sizi en çok ne mutlu ediyor?” sorusuna cevap verebilecek kadar değerlisiniz.

Hayat, başkaları daha fazla para kazansın diye girdiğimiz bir yarış değil. Bunu daha fazla insana anlatabilmek için seyahat ediyorum.

Çocukken çok isteyip bir türlü yapamadığım, odamda hayalini kurduğum şeyleri gerçekleştirmek için seyahat ediyorum…

30’larıma yaklaşırken sörf öğrenmeye başladım. Bu, hayatın aritmetik ortalaması gibi. Bu cümleyi yüz kere kurmuş olabilirim. “Çok iyi yapıyorum” diyebildiğim bir gün hiç olmadı; 10 saniyelik başarabildiğim bir an için saatlerce kulaç atmam gerekiyor ve çoğunu başaramıyorum. Ama o anı yaşamak, yeni bir şey öğrenmek ya da günlerce uğraştıktan sonra yakaladığım o “mükemmel” his için bir şey başarmama gerek yok. Hiçbir zaman biriyle yarışmama gerek yok. Her gün mükemmel olmama gerek yok. Her an güçlü olmama gerek yok. Her an ayakta durmama gerek yok. Beş saniye yeterli ve o beş saniye için verdiğim emek çok değerli.

Ülkemde hissettiğim tüm sıkışmışlıkların beni ittiği sorgulamaların değerli olması gibi… Karşı durduğum sistemin içinden çıkmanın ve bu bağımlılığı bırakmanın çok zor ama bir o kadar da hafif hissettirmesi gibi.

Bu hisleri yaşamak için seyahat ediyorum. Kahramanımız gelecek bölümlerde neler hissedecek, neler yaşayacak bilmiyorum. Belki bu, “normal” bir seyahat yazısı değil. Zaten sonu yok; devamı gelecek.

(Sonunun olmak zorunda olmaması gibi.)

Fotoğraflar: Sude Alkış @sudealkis

İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Duygularımızı biz mi seçeriz?

Marie Claire Bülten

Stil ve düşüncenin buluştuğu bu evrende; sezonun öne çıkan görünümleri, radarımıza giren kitaplar, editörden notlar ve kültürel dünyamıza heyecan katan detaylar e-posta kutunda seni bekliyor. Marie Claire evrenine katıl, kendine iyi gelenleri kaçırma.