“Koleksiyon, parçaları anlatmak yerine hissettirdi. Her şeyi kendi iç sesimizle tamamladığımız, açıklama beklemediğimiz bir defile. İzleyici olarak, ne anladıysan o.”
Hikaye dolu tasarımların zirvesi, Hakaan Yıldırım’a, 2000’lerin başında moda düşkünü bir genç olarak hayrandım. Yıldırım’ın tasarımları sayesinde, modanın sadece giyinmek değil; kimlik yaratmak, hissettirmek ve hatta bazen yaraları anlatmak olduğunu fark ettim. O gün bugündür, onun yaratıcılığıyla kurduğum bağ yalnızca bir tasarımcıya değil; bir anlatıcıya, bir vizyona duyulan hayranlık oldu.
Milenyumun başlarında, Marie Claire dergisinde moda editörü asistanlığı yapıyordum. Hakaan Yıldırım’ın Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesi’ndeki ofisinin kapısını Ece Sükan’la birlikte çaldığımızda; jean pantolonundan sarkıttığı aksesuarları, kulağındaki kırmızı ip küpesi, ikonik saç stili ve şen şakrak ama bir o kadar snob tavrıyla bambaşka bir kontrast yaratan bu büyüleyici personaya anında ısınmıştım. Meydan okuyan tavrıyla, asi ve özgür ruhlu bu adam beni hemen kucakladı.



“Davetiyedeki o cümle, sadece bir başlangıç noktası değil, aynı zamanda şovun tonunu belirleyen şiirsel bir notaydı.”
“Kendimi var ederken bir şeyleri becerebildiysem, beceremediysem ya da ne anladıysan o. Hislerimi hisleriyle büyüten, hep yanımda olan tek kişiye; Sezen Aksu’ya ithafen…” Davetiyedeki bu yazıyı gördüğümde, Yıldırım’ın müzikal dünyasına yakından tanıklık eden biri olarak, yıllar boyunca yarattığı giyim kültürü ve hayal gücünü müzik aracılığıyla nasıl bir atmosfere dönüştüreceği heyecanı beni sardı. Bu cümle aslında onun hayat biçimini de özetliyordu; açıklama yok, yönlendirme yok, sadece hissedenin yorumuna açık bir anlatı.
Davetiyedeki o cümle sadece bir başlangıç noktası değil, aynı zamanda şovun tonunu da belirleyen şiirsel bir notaydı. Müzikle kurduğu bu görünmez bağ sonucunda, modayı müzik aracılığıyla bir sahne sanatına dönüştürecekti.

Hatıralarımda yer eden o unutulmaz şovları yaratan Hakaan Yıldırım’ın, 2007 yılındaki “Bir Sefer Sonu” adını verdiği; son seferine erken yaşta çıkan annesine ithaf ettiği, “Her seferin bir sonu var” diyerek hayatı yine müzikal bir yerden anlattığı -benim de gençlik yıllarımda yer aldığım, TRT Gençlik Korosu’nu moda platformuna çıkarıp çok sesli müziğin tınılarıyla büyülü dünyasını bizlere açtığı- ve unutamadığım şovlara tanıklık ettiğim o yılları düşündüm.
On yıllar içinde pek çok şovunu izlediğim Yıldırım’ın moda yolculuğunu yakından takip ettim. 2010’da kazandığı ANDAM Ödülü’ne ve Paris’teki defilelerine de şahitlik ettim. Ama günün birinde, onun şovunda performans yapacağımı kim bilebilirdi ki?
“Sezen Aksu’nun ‘Dört Günlük Bir Şey’ adlı şarkısını şovumda söylemeni istiyorum” dediğinde, ne diyeceğimi bilememiştim. Müzikal yolculuğumun başlarındaydım. Tasarım dünyasına haute couture koleksiyonunu sunan bu yıldız ismin duygularına bu sefer bir moda editörü olarak değil, sesimle ortak oluyordum.
Pembe renkte, ikonik bir tasarımla yer aldığım bu şovda, Yıldırım’ın müzik ile modayı nasıl ince ince işlediğine; yüksek modayı nasıl inşa ettiğine tanıklık ettim.

“Ne anladıysan o.” Bu cümle, aslında onun hayat biçimini de özetliyordu: açıklama yok, yönlendirme yok. Sadece hissedenin yorumuna açık bir anlatı.
Şov öncesi, İstanbul Boğazı’nın sofistike manzarasına sahip Four Seasons Bosphorus Oteli’nin bahçesinde; yıllar içinde moda dünyasına birlikte tanıklık ettiğimiz pek çok arkadaşımla heyecanla beklerken, hepimizin hikayesini güzelleştiren, hepimizin dünyasına dokunan Yıldırım’ın bizi nasıl bir duygusal atmosfere götüreceği heyecanını taşıyorduk.
Ve şov, bedenin dansıyla açıldı.
Solo bir dans performansıyla açılan şovda beden hareketleriyle bir çember çizilirken ne bir yön vardı ne de sınır. Bu çemberin içinde herkes kendi anlamını buluyordu. Kelimelere ihtiyaç duymadan hareket eden beden, Yıldırım’ın düşünsel bir ‘karşı’ duruşunu görünür kılıyordu. Her şey gizli bir meydan okuma gibi hareketlerin içine gizlenmişti. Beden, dayatılmış yapıları reddediyor ve kendi gerçekliğini bize anlatıyordu. Bu gerçeklik, Yıldırım’ın dünyasından fısıldanan güçlü ve sakin bir cevap, beden diliyle yazılmış bir bildiri gibiydi.

Şov bir ara geçit törenine dönüştü; uzaktan yankılanan toplu tekrarlar, güçlü bir ses manzarası olarak izleyicilere yansıdı. Şovun içine yerleştirilen bu sesler, bizi yalnızca görsel değil, işitsel ve düşünsel anlamda da yönlendirdi.
Modayı bir zanaate, zanaati ise sezgisel bir sanata dönüştüren Hakaan Yıldırım, yalnızca giyilebilir parçalar sunmuyor; aynı zamanda derinlikli bir anlatı kuruyor. Modanın duyulara dokunan, sezgiyle örülmüş anlam yüklü gücüyle; koleksiyon biçimin ötesine geçiyor, anlatıyı yalnızca göstermiyor, hissettiriyor.
Koleksiyon kendi iç sesimizle tamamladığımız, açıklama beklemediğimiz bir çağrıydı: Sessiz ama kararlı, zarif ama sarsıcı. Bazı koleksiyon parçaları, anlatmak yerine hissettirdi. Kısaca, izleyici olarak ne anladıysan oydu.



Şovun koreografisi ve prodüksiyonu, şov direktörü Uğurhan Akdeniz’in yaratıcı vizyonuyla şekillenmişti. Yıldırım’ın yıldız takımı; görsel, işitsel, fiziksel ve kavramsal katmanlarıyla büyüleyiciydi. Her görünümü kumaşlar kadar duruşla da konuşturan Mahizer Aytaş, koleksiyonun stil direktörüydü. Saç artistleri Ali Yılancı ve Serkan Aktürk, makyaj artisti Ece Birsen her biri koleksiyona kendi yaratıcı dokunuşunu katmıştı. Bu kimlik; yoruma, duyguya ve özgürlüğe yapılmış bir çağrıydı.
Peki ya Dansöz Dünya? Dünyanın kıvrakça dönmesi, bir o yana bir bu yana savrulması… Kimi zaman ironik, kimi zaman kabullenmiş ama daima içli. Bu farkındalık manifestosu; oyunu gören, figürü çözen ve kendi sahnesini kuran Yıldırım’ın iç sesiydi.



Hakaan Yıldırım yalnızca bir tasarımcı değil; Türkiye’de çağdaş modanın hafıza üreten, duygu inşa eden, biçim üzerinden dünyaya kendi sözünü söyleyen en güçlü anlatıcılarından biri.
Kapak/Fotoğraflar: @emredogru